İSRÂ VE Mİ‘RÂC

Eksiklikten uzaktır O (Allah) ki kulunu, gecenin bir vaktinde, âyetlerimizden bir bölümünü kendisine göstermemiz için Mescid-i Harâm’dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya yürüttü. Gerçekten O, işiten, görendir. (İsrâ: 50/1)

Bu âyette, yüce Allah’ın, âyetlerini göstermek üzere kulunu, gecenin bir vaktinde, Mescid-i Harâm’dan, çevresi bereketli olan Mescid-i Aksâ’ya isrâ’ ettiği (yürüttüğü) bildirilmektedir.

Mescid, secde, ibâdet edilecek yerdir. Mescid-i Harâm, Ka‘be’dir. Ka‘be’nin kendisine mescid dendiği gibi, Harem adını taşıyan çevresine de Mescid-i Harâm denilir. Âyetten, Hz. Muhammed’in, Ka‘be’nin yanında bulunduğu sırada yürütme veya yükseltilme olayının vukubulduğu anlaşılır.

İsrâ, gece yürümek veya yürütmek olduğuna göre, âyette ayrıca “leylen: geceleyin” kelimesinin getirilmesi, bu yürütme olayının, bütün gece değil, sadece gecenin bir parçasında olduğunu belirtir. Eğer bu kelime olmasaydı, sanki yürütmenin, bütün geceyi kapsadığı anlaşılabilirdi. Oysa bu kelime, olayın çok kısa bir zamanda olup bittiğini anlatır.

Bir hadîse göre olay, Peygamber Ka‘be’de Hacer-i Esved’in yanında, uyku ile uyanıklık arasında bir durumda iken, bir başka rivâyete göre de amcası Ebûtâlib’in kızı Ümmü Hani’in evinde iken cereyan etmiştir. Bu durumda âyette, Mescid-i Harâm ile kasdedilen, Mescid-i Harâm’ın kendisi değil, çevresidir. Uzak mescid anlamına gelen Mescid-i Aksâ ise çoğunluğun kanısına göre Kudüs’te bulunan Süleyman ma‘bedidir. Kur’ân’ın indiği zamanlarda burası harâbe idi ve Mescid-i Aksâ adını taşımıyordu. Sonradan Hz. Ömer zamanında müslümanlar tarafından, Süleyman Ma‘bedi harâbesinin bir bölümü üzerinde yapılan mescide Mescid-i Aksâ denmiştir.

Peygamber(s.a.v.)in, geceleyin Mekke’den Mescid-i Aksâ’ya götürülmesine isrâ, göklere çıkarılmasına da mi‘râc denilir. Âyette Peygamber’in, Mescid-i Aksâ’dan göklere çıkarıldığına dair bir işâret yoktur. Bu husus, hadîslerde geçer:

Enes ibn Mâlik’in rivâyetine göre Peygamber (s.a.v.), henüz kendi-sine vahiy gelmezden önce, Mescid-i Harâm’da uyurken üç kişi gelmiş, birincisi:

– O, hangileridir?

İkincisi:

– Ortancalarıdır,

Üçüncüsü:

– En hayırlılarıdır. En hayırlılarınızı alınız, demiş.

Allah’ın Elçisi, o gece kimseyi görmemiştir. Sonra bunlar, başka bir gece, gözü uyuyup kalbi uyumayan Peygamber’e –peygamberlerin gözleri uyur, kalbleri uyumaz– gelmişler, hiçbir şey söylemeden onu kaldırıp Zemzem kuyusunun yanına koymuşlar. Cebrâîl, onun boğazından göbeğine kadar karnını yarmış, göğsünde ve karnında olanları boşaltmış, Zemzem suyu ile yıkamış, altun bir teşt getirmiş, teştin içinde iman ve hikmet dolu altun bir kab varmış. O hikmet ve imanla Peygamber’in göğsünü ve boyun damarlarını doldurup kapatmış. Sonra onu en yakın göğe çıkarmış, gök kapılarından birini çalmış. Gök halkı:

– Kim o? diye bağırmışlar.

– Cebrâîl, demiş.

– Yanında kim var? demişler.

– Yanımda Muhammed var, demiş.

– Ona (gelmesi için haber) gönderildi mi [1]demişler.

– Evet, demiş.

– Hoş geldi, safâ geldi, demişler.

Gök halkı onu görünce sevinmiş –gök halkı, yer yüzünde Allah’ın ne yapmak istediğini, Allah kendilerine bildirmedikçe bilmezler–. (Hz. Muhammed), en yakın gökte Hz. Âdem’i görmüş. Cebrâîl ona:

– Bu, senin atan Âdem’dir, demiş. Âdem (Hz. Muhammed’e):

– Sen ne güzel evlâtsın! demiş.

Henüz en yakın gökte iken iki ırmak görmüş:

– Ey Cebrâîl, bu iki ırmak nedir? diye sormuş. Cebrâîl:

– Bunların kaynağı Nil ile Fırat’tır, demiş.

Sonra onu gökte dolaştırmış. Üzerinde inci ve zebercedden yapılı bir köşkbulunan bir ırmak görmüşler. (Hz. Muhammed,) Elini ırmağa dokundurunca halis misk olduğunu anlamış.

– Ey Cebrâîl, bu nedir? demiş

Cebrâîl:

– Bu, Rabbinin, sana ayırdığı Kevser’dir, demiş.

Sonra onu ikinci göğe çıkarmış. Buradaki melekler de birinci gökteki meleklerin söyledikleri gibi:

– Kim o? demişler.

– Cebrâîl, demiş.

– Yanında kim var? demişler.

– Muhammed var, demiş.

– Muhammed’e haber gönderildi mi? demişler.

– Evet, demiş.

– Hoş geldi, sefâ geldi, demişler.

Sonra Cebrâîl, onu üçüncü göğe çıkarmış. Oradakiler de birinci ve ikinci göklerdeki meleklerin söylediklerini söylemişler. Sonra onu dördüncü göğe çıkarmış, oradakiler de öyle söylemişler. Sonra beşinci göğe çıkarmış, onlar da öyle demişler. Yedinci göğe çıkarmış, onlar da öyle demişler. (Râvî Şerîk[2] şöyle diyor): Enes, her gökte bulunan peygamberlerin adlarını söyledi. Fakat sadece ikinci gökte İdrîs’in, dördüncü gökte Hârûn’un adını belledim. Beşinci gökte de bir peygamber vardı ama adını hatırda tutamadım. Altıncı gökte İbrâhîm, yedincide Mûsâ vardı. Allah ile konuşması bereketiyle Mûsâ, yedinci göğe yükseltilmişti. Mûsâ:

– Rabbim, senin, benim üstüme bir başkasını çıkaracağını sanmıyordum, dedi.

Sonra Cebrâîl onu, yalnız Allah’ın bileceği makamlara yükseltti; Sidretu’l-muntehâ’ya geldi, yüce Rabbe yaklaştı, (Rab) sarktı, arada iki yay kadar, ya da daha az bir mesafe kaldı. Allah ona, orada vahyettikleri arasında: “Senin ümmetine her gün ve gecede elli vakit namaz” vahyetti. Sonra onu indirdi. Mûsâ’nın yanına geldiler. Mûsâ, onu yanında tuttu:

– Ey Muhammed, Rabbin senden ne sözü aldı? dedi.

– Bir gün ve gecede elli vakit namaz sözü aldı, dedi.

– Ümmetin bunu yapamaz, dön, Rabbin senden hafifletsin, dedi.

Peygamber (s.a.v.), Cebrâîl’e döndü, ona danışır oldu. Cebrâîl de:

– Doğru, istersen dön, dedi.

– Tekrar onu yüce Rabbe çıkardı. Peygamber yerinde durarak:

– Ya Rabbi, bizden hafiflet, çünkü ümmetim bunu yapamaz, dedi.

On vakit namaz kaldırıldı. Tekrar Mûsâ’nın yanına döndü. Mûsâ, yine ona bunun çok olduğunu söyledi. Her seferinde onu geri döndüre, döndüre nihayet namazlar beşe indirildi. Sonra Mûsâ:

– Ya Muhammed, vallâhi ben kavmim İsrâîloğullarına bundan daha azını getirmiştim, gevşeklik gösterdiler, terk ettiler. Senin ümmetin, bedence, kalbce, göz ve kulakça benim kavmimden daha zayıftır; dön, Rabbin senden hafifletsin, dedi.

Mûsâ’nın her itirazında Peygamber Cebrâîl’e döner, ona danışır, o da Mûsâ’nın düşüncesini uygun bulurdu. Cebrâîl, Peygamber’i beşinci kez çıkardı. Peygamber:

– Ya Rabbi, ümmetim zayıftır, bedenleri, kalbleri, kulakları, gözleri zayıftır. Bizden hafiflet, dedi. Yüce Rab:

– Ya Muhammed, hay hay, ancak katımda söz değiştirilmez, namaz asıl Kitâb’da sana farz kıldığım gibidir, her iyiliğe on kat sevap verilir. O size beş vakit farz ise de Kitâbda ellidir, dedi.

Peygamber tekrar Mûsâ’ya döndü.

Mûsâ (selâm ona):

– Ne yaptın? dedi.

Peygamber:

– Bizden hafifletti ama her iyiliğe on kat sevap verdi, dedi.

Mûsâ:

– Vallahi ben, İsrâîloğullarına bundan daha azını getirmiştim, terk ettiler. Rabbine dön, senden hafifletsin, dedi. Peygamber (s.a.v.):

– Ey Mûsâ, vallâhi ben artık Rabbime itiraz etmekten utandım, dedi.

– Öyle ise Allah’ın adıyla in, dedi.

Peygamber uykusundan uyandı ki kendisi Mescid-i Harâm’dadır[3].

Mi‘râcın ayrıntısı hakkında bundan az veya çok farklı rivâyetler vardır. Hepsini burada anmağa gerek görmüyoruz. Hepsinin omurgasını, Buhârî’nin rivâyetinde anlatılanlar oluşturmaktadır.

Ancak bu rivâyette gerek metin, gerek anlam bakımından sakatlıklar vardır. Meselâ: “Allah, vahyettikleri arasında senin ümmetine elli vakit namaz vahyetti” cümlesi, üçüncü şahıstan, ikinci tekil şahsa geçmektedir. Sözü anlatan Enes’tir. “Allah, vahyettikleri arasında, onun ümmetine elli vakit namaz vahyetti” denmesi gerekir. Kezâ Mûsâ’nın: “Senin ümmetin, cesetçe, kalbce ve bedence daha zayıftır” sözünde de aynı anlamda olan ecsâd ve ebdân yinelenmiştir.

Mûsâ’nın, “Rabbim, senin, benim üstüme kimseyi çıkaracağını sanmıyordum” demesi, Mûsâ’yı diğer peygamberlerin üstüne, Hz. Muham-med’i de onun üstüne çıkaran bir anlam taşır. Zaten hadîsin râvîsi Şerîk ibn Abdullah’ın, bu hadîsi karıştırdığı; iyi hatırlayamadığı belirtilmektedir[4].

Buhârî’nin rivâyetinde olay, Peygamber’in, henüz peygamber olmadan önce gördüğü bir rü’yâdan ibarettir ve âyette anlatılan İsrâ olayı ile bir ilgisi yoktur.

Ahmed ibn Hanbel’in, Sâbit el-Benânî yoluyla Enes’ten rivâyet ettiği benzeri ve daha ayrıntılı hadîste ise rü’yâdan ve olayın tarihinden söz edilmemektedir. Bezzâr’ın Müsned’indeki garîb rivâyette de olay, bir rü’yâ olarak anlatılır. Bu rivâyetten de olayın, İsrâ ile ilgisi olmadığı anlaşılır[5]. İbn Ebî Hâtim’in, Ebû Mâlik yoluyla Enes’ten rivâyet ettiği hadîste ise Mi‘râc olayı, İsrâ olayına bağlanmaktadır. İbn Kesîr, bu bağlamda çok tuhaf ve garîb şeyler olduğunu söylüyor[6].

Bütün rivâyetlerin özünü, Buhârî’nin Enes’ten aktardığı rivâyet oluşturmaktadır. Olay, bir rü’yâ biçiminde anlatılsa da gerçeklere ters düşen şeylerle doludur:

Henüz Peygamber olmayan Hz. Muhammed’in ümmetine namazın farz kılınması tuhaftır. Çünkü henüz peygamber olmayan Hz. Muham-med’in ümmeti de yoktur ki namaz farz kılınsın. 

Allah namazı farz ettikten sonra Hz. Muhammed’in, Mûsâ’nın önerisini Cebrâîl’e danışması ve onun önerisi ile beş kez Allah’a dönüp “Ya Rabbi bunu bizden hafiflet, hafiflet” şeklinde itirazda bulunması, akıl ve mantığın alacağı bir şey değildir. Allah, verdiği emri henüz tebliğ edilmeden değiştirir mi? Değiştireceği şeyi neden emretsin? Verdiği emri şartların değişmesiyle değiştirmesi, yani nesh ve tebdîl etmesi, sosyolojik kurallara uygundur. Fakat emrini, daha tebliğ edilmeden, aradan zaman geçmeden geri alması, ma‘kul değildir. Kadîy(Abdu’l-Cebbâr)’a göre bu, henüz yürürlüğe konmayan bir hükmü neshetmektir ki bidâ’ demektir. Bidâ’, iyi olmadığı sonradan anlaşılan şeyi ortadan kaldırmaktır. Yani Allah, önce insanların, buna dayanamayacağını bilmeyip sonra bunu anlamış ve değiştirmiş, hafifletmiş demektir ki muhal(imkânsız)dır. Kabulü caiz olmayan düşünceleri taşıyan bu rivâyetin reddedilmesi gerekir[7].

Allah sözünü değiştirmez. Bir lahza sonra değiştireceğini bildiği bir şeyi de emretmez. Kaldı ki Mi‘râc, rûhânî bir yükseliştir. İnsan o anda beşerî irâdesini yitirir, normal düşünce sınırlarını aşar. Beşerî düzlemdeki gibi, istediğini düşünemez. Bütün hareketleri Allah’ın irâdesi içinde olur. Oysa bu konuşmalar, danışmalar, i‘tirazlar, gelip gitmeler normal insan düşüncesi düzeyinde olan şeylerdir. Peygamber, Mi‘râc gibi insanın aklını başından alan rûhânî bir vision’da Mûsâ’nın yanına gidip, hâşâ, Allah’ın emrini ona danışacak durumda olamaz. Çünkü o anda Allah’ın irâdesine teslîm olur, kendinden geçer, kendisine ne gösterilirse onu görür, ne söylenirse onu duyar. Birinden fikir alacak, sonra Allah’a dönüp “Ya Rabbi bu kadar namaz çoktur, bunu ümmetim yapamaz” diyecek irâdeye sahip değildir. O makam ve vision, danışma ile iş yapılacak makam değildir. Ayrıca emreden Allah olduğu bilindikten sonra artık O’nun emrini başkasına danışmak, hâşâ O’na güvenmemek anlamını taşır. Bunu Peygamber değil, sıradan bir kul bile yapamaz.

Burada Peygamber’in, Allah ile tıpkı bir insanla konuşur gibi normal duyu ve düşünce sınırları içinde konuştuğu anlatılıyor ki bir insanın, Allah ile normal duyu ve düşünce düzeyinde konuşması olanaksızdır. Allah’ın tecellîsine mazhar olan dağ, pamuk gibi atılırken O’nun huzuruna çıkan insanda beşerî düşünceden eser kalır mı? Onda: “Ya Rabbi, bunu bizden hafiflet” deme gücü kalır mı? Allah’ı gören, kendisinden geçer. Zaten “Gözler O’nu görmez, O gözleri görür; O latîf (gözle görülmez), habîr (her şeyi bilen)dir.”[8] âyetinin açık söylemiyle yüce Allah, baş gözüyle görülemez. Mutasavvıflara göre Allah, insanın beşerî düşüncelerini alır, ona kendi varlığını unutturursa o zaman insan Allah’ı görse de kendi insânî varlığı ile değil, Hakk’ın varlığı ile görür ki bu durumda Hakk’ı gören, yine Hak’tır. Nitekim Peygamber’in, Allah’ı görmediği, “Nûrdur, O’nu nasıl göreyim?” dediği anlatılır[9].

Necm: 23/1-15’nci âyetlerinde Cebrâîl’in, Hz. Muhammed’e, iki yay arası, hattâ daha da az bir mesafe kalıncaya dek yaklaşıp ona vahyetmesi olayı, Mi‘râc olayı ile karıştırılmış ve Allah’ın sarktığı, yaklaştığı ifade edilmiştir. Oysa Hz. Âişe’nin ve Abdullah ibn Abbâs’ın belirttikleri gibi sarkan, yaklaşan Cebrâîl’dir[10]. Peygamber’in Cebrâîl’i görmesi olayı İsrâ olayı ile karıştırılmıştır. Hattâ kanâatimizce Peygamber’in çeşitli zaman-larda gördüğü rü’yâlar da birbirine karıştırılıp, hepsi tek olaymış gibi anlatılmış, daha sonra çeşitli eklemelerle de olay efsaneleştirilmiştir.

 

 


 

 


Mi‘râc rivâyetlerinde Peygamber, Mûsâ ile görüştükten sonra Allah’a varınca bir rivâyette farz kılınmış olan elli namazın şatır şatır (yarımşar, yarımşar), diğer rivâyette onar vaktinin indirildiği, başka rivâyette ise beşer vaktinin kaldırıldığı söylenir[11]. Bunlar birbirine aykırı şeylerdir.

Namazın elli vakit farz kılınmış iken Mûsâ’nın ikazlarıyla Hz. Peygamber’in, Rabbine dönüp bunun çok olduğunu, ümmetine ağır geleceğini söylemesi ve böyle böyle namazın beş vakte indirilmiş olması, Allah ile Peygamber arasında bir pazarlık gibi görünmektedir.

Kaldı ki bu rivâyetlerde Mûsâ’nın, Peygamber’e, beş vaktin de çok olduğunu, kendi ümmetinin bunu dahi yapmadıklarını söylediği anlatıl-maktadır. Oysa Mûsâ dininde de beş vakit namaz vardır. Böyle iken Mûsâ bunun tersini nasıl söyler?

Ayrıca biraz önce kaydettiğimiz Buhârî rivâyeti, Mi‘râın, henüz peygamberlik gelmezden önce vukubulduğunu ve beş vakit namazın o zaman farz kılındığını anlatıyor. Bundan çıkan sonuç, beş vakit namazın, peygamberlik gelmezden önce, bir ru‘yâ üzerine farz kılındığıdır ki anlaşılır değildir. Peygamberlikten önce herhangi bir farz sabit olamaz. Namazın farz olabilmesi için önce onu tebliğ edecek kişinin, peygamber olarak görevlendirilmiş olması gerekir.

Hasılı bu rivâyetlerin içine çok katma girmiştir. Beş vakit namazın Mi‘râc’da farz kılındığı rivâyeti bir kanıttan yoksundur. Eğer öyle olsaydı, ondan sonra Peygamber bir süre Mekke’de, on yıl da Medîne’de kaldı. Namazla ilgili vahiyler geldi. Bu vahiylerin hiçbirinde namazın beş vakit olduğu belirtilmemiştir. Ancak günün başında, sonunda, gecenin bir bölümünde namaz kılınması, Allah’ın anılması emredilmiştir. Fakat beş vakit namaz hakkında kesin âyet bulunmayınca, bunu sağlam bir esasa bağlamak için beş vaktin, Mi‘râc gecesinde, doğrudan (aracısız) vahiy ile farz kılındığı rivâyeti ortaya atılmıştır.

Kaldı ki namaz Mi‘râc’dan önce de kılınırdı. Ve namazın beş vakit olduğuna dair ne Mi‘râc’dan önce, ne de sonra Kur’ân’da bir açıklık yoktur. Bu husus, Peygamber’in uygulamasından anlaşılmaktadır. Herhalde bu rivâyetler, namazın beş vakit olduğunu sağlama bağlamak için Mi‘râc hadîslerinin arasına sokuşturulmuştur. Çünkü bazı kimseler, Kur’ân’da bulunmayan dinî uygulamalara itiraz ediyorlardı. Bunu yapanlar, Mi‘râc olayının da, en sağlam rivâyete göre bir rü’yâdan ibâret olduğunu hiç anmamışlardır.

Kur’ân’da Mi‘râc olayından da söz edilmez. İsrâ Sûresinin birinci âyetinde anlatılan, Mi‘râc değil, İsrâ olayı, yani Peygamber’in göklere çıkarılması değil, Mescid-i Harâm’dan, Mescid-i Aksâ’ya yürütülmesi olayıdır. Sûrede bunun dışında bir şey söylenmiyor. Ancak 60’ncı âyette: “Sana gösterdiğimiz rü’yâyı ve Kur’ân’da la‘netlenmiş ağacı, insanları sınama (aracı) yaptık” buyurulmaktadır ki bundan da olayın, Peygamber’e gösterilen rûhânî bir müşâhede (vizyon) olduğu anlaşılmaktadır.[12] Çünkü Arapçada rü’yâ, baş gözüyle değil, uykuda veya gönül gözüyle görme olayına denilir.

Reşid Rızâ da Mi‘râc olayını, rûh ve cesetle birlikte, rûhaniyyetin ağır bastığı, beşerliğin rûhun etkisine girdiği bir vizyon olarak anlatmağa çalışmaktadır. Peygamberlerin, rûhânî varlıklarla görüştüklerini, rûhânîlerin, insan suretinde onlara göründüklerini söyleyen Reşid Rızâ, Hz. Peygamber’in, Cebrâîl’i, asıl kendi suretinde iki kez gördüğünü, fakat suretlere bürünmüş vaziyette belki yüzlerce kez gördüğünü; keza başka melekleri ve bazı cinleri şekillere bürünmüş vaziyette gördüğünü anlatmaktadır[13].

Mi‘râc’da Peygamber’in Allah ile karşılıklı konuştuğu ve beş vakit namazın orada vasıtasız vahiy ile emredildiği kanısı yayılmıştır. Önce bu, vasıtasız vahiy iddiâsının temeli yoktur. Çünkü Şu‘arâ Sûresinin 51’nci âyetinin açık beyanına göre Allah, bir insanla doğrudan konuşmaz. Ya ilhâm ile, ya perde arkasından konuşur veya gönderdiği elçi, O’nun dilediğini, yine O’nun dilediği kuluna vahyeder.

İkinci olarak İsrâ, Mekke döneminin son yarısında vukubulmuş bir olaydır. Bu âyetler ise o olaydan çok sonra, Medîne’de vahyedilmiştir. Çünkü Bakara Sûresinin tamamı Medîne’de inmiştir. 

Üçüncü olarak tefsîrlerde bu âyetlerin iniş sebebi şöyle anlatıl-maktadır: “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ındır. İçinizde olanı açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker, sonra dilediğini bağışlar, dilediğine azâbeder. Allah her şeye kadirdir.”[14] âyeti inince bunun anlamı, Allah Elçisi’nin sahâbîlerine ağır geldi, içlerinden geçen her düşünceden sorumlu olacaklarını sandılar, Allah’ın Elçisi’ne gelip huzurunda diz çöktüler:

– Ya Resûlallah, namaz, oruç, cihâd, sadaka gibi yapabileceğimiz işlerle yükümlü kılındık. Bunları

yapabiliriz ama sana inen bu âyetin hükmünü yerine getiremeyiz (içimizden geçen düşüncelere engel olamayız), dediler.

Peygamber (s.a.v.) onlara:

– Siz, herhalde İsrâîloğullarının söylediği gibi “İşittik, isyân ettik” diyeceksiniz, dedi.

– Hayır, “İşittik, itâat ettik” dediler.

İşte bu olay üzerine Allah Bakara Sûresinin son âyetlerini indirdi.”[15]

Bu rivâyete göre Bakara Sûresi, İsrâ ve Mi‘râc esnasında değil, Medîne’de ashâbın bu sorusu üzerine inmiştir. Bizce bu rivâyetin doğruluğu kuşkulu olsa da, Bakara Sûresinin tamamının Medîne’de indiğinde müfessirlerin ittifakı vardır.

Bazı Mi‘râc rivâyetlerinde anlatıldığı gibi Bakara Sûresinin son âyeti de Mi‘râc’da değil, normal vahy yöntemi ile gelmiştir. Bütün Kur’ân’ın Cebrâîl tarafından vahyedildiği, yalnız Âmene’r-resûlü ile başlayan Bakara Sûresinin son iki âyetini, Peygamber’in doğrudan Allah’tan işittiği hakkında Mücâhid, Dahhâk ve İbn Abbâs’a dayandırılan bir rivâyet vardır. Bu rivâyet, âyetleri, vasıtasız vahye misal göstermektedir

Mi‘râc hakkındaki rivâyetler, genellikle olayı görmeyen, ancak Peygamber (s.a.v.) Medîne’ye hicret ettikten sonra onun hizmetine girmiş olan Enes ibn Mâlik, Câbir ibn Abdullah ve Medîne döneminin son yıllarında gelip müslüman olan Ebû Hüreyre gibi sahâbîler tarafından aktarılmaktadır. Rivâyetlerin birbirinden farklı yanları çoktur ve Hz. Peygamber’in, başka rü’yâlarındaki olaylar Mi‘râc olayına karıştırılmıştır.

Bizim kanâatimize göre İsrâ ve Mi‘râc, uyanık iken vukubulmuş, ruhsal olaylardır. İsrâ olayı bir defa olmuştur, fakat Mi‘râc olayı birkaç kez vukubulmuştur. Necm Sûresinde anlatılan olay ile İsrâ olayı birbirinden ayrı ayrı şeylerdir. Çünkü bu müşâhedelerle Peygamber(s.a.v.)e, Rabbinin bazı büyük âyetleri gösterilmiştir ki işte bu, Mi‘râc (mânâ âleminde yükselme, ruhen yüceler âlemine çıkma) demektir. Zîrâ İsrâ olayını anlatan âyette de bu olayın, ona Allah’ın büyük âyetlerinin gösterilmesi için düzenlendiği bildirilmektedir. Ancak Mi‘râc olayını anlatan rivâyetlerde geçen ayrıntılar, inanılması gereken şeyler değildir. Biz, Kur’ân’ın dediği biçimde Peygamber’in, Necm Sûresinin inişine kadar Cibrîl’i iki kez gördüğüne, ondan vahiy aldığına, Mekke’den Mescid-i Aksâ’ya kadar da uyanık durumda, fakat ruhsal olarak yürütüldüğüne, bu arada Allah’ın birçok âyetini gördüğüne inanırız. İbn Kesîr şöyle diyor:

“Bu hadîslerin tümüne: sahîhine, hasenine ve zayıfına vakıf olunca bunların hepsinin, Peygamber(s.a.v.)in Mekke’den Beyt-i-Makdis’e git-tiğinde ve bunun bir kere vukubulduğunda ittifak ettikleri görülür. Gerçi râvîlerin nakilleri birbirini tutmaz; kimi eksik, kimi fazla şeyler söylemiştir. Bu da normaldir, çünkü peygamberlerin dışında insanlar hatâ edebilirler. Bazı kimseler, bu rivâyetlerin her birinin ayrı bir olayı anlattığını, böylece birçok isrâ ve mi‘râc olduğunu ileri sürmüşlerdir ki bu fevkalâde tuhaf bir görüştür. Bunlar, kaçılmayacak yere kaçmış ve bir yere de varamamış-lardır.”[16]

Bu sûrenin, Necm Sûresindeki âyetlerin ve Buhârî ve Müslim’in rivâyetlerinin ışığında Mi‘râc olayının, İsrâ’dan ayrı ve ondan önce; İsrâ’nın ise Mekke döneminin sonlarına doğru vukubulduğu kanâatine varmış bulunuyoruz.

Peygamber’in, Mekke’den Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi anlamını taşıyan İsrâ olayının, rûhânî mi, cismânî mi yani sadece rûhla mı, yoksa hem rûh hem bedenle mi olduğu da ihtilâf konusudur. Çoğunluğun kanısına göre İsrâ, hem rûh, hem bedenle olmuştur. Fakat azınlıkta kalan âlimlere göre İsrâ ruhsal bir seyahattir. Hz. Âişe’nin: “Allah’ın Elçisi’nin cesedi yerinden ayrılmadı, fakat o rûhuyla seyahat ettirildi” dediği, Mu‘âviye’nin de: “O, Allah’tan sâdık bir rü’yâ idi” dediği rivâyet edilir[17]. Bu görüşü savunan Muhammed ibn İshak ibn Yesâr, sûrenin 60’ncı âyetiyle Hz. İbrâhîm’in, rü’yâsında oğlunu boğazladığını gördüğünü anlatan Sâffât: 56/102 âyetini delîl göstermekte, peygamberlere uyanık iken olduğu gibi uykuda da vahiy geldiğini, işte bu müşâhedesinin de uykuda vukubulmuş bir müşâhede olduğunu söylemektedir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): “Benim gözlerim uyur, kalbim uyumaz”[18] buyurmuştur. Onun rü’yâda gördükleri de haktır[19].

Biraz önce anlattığımız Buhârî hadîsinin son cümlesinden Mi‘râc’ın ruhsal bir seyahat olduğu anlaşılır: “Peygamber uyandı ki Mescid-i Ha-râm’dadır.” Ancak bu hadîste anlatılan, İsrâ’dan önce vukubulmuş olan Mi‘râc olayıdır. Burada İsrâ’dan söz edilmez.

Kanâatimize göre hem Mi‘râc, hem de İsrâ olayları, rûhânî olaylardır. Bunların rûhânî olduğunu söyleyenler azınlıkta kalmasına rağmen bizce onların görüşü, âyetlerin rûhuna ve gerçeğe uygundur. Ancak bizim kanâatimize göre her iki olay da rü’yâ’da değil, Peygamber (s.a.v.) uyanık iken vukubulmuş, ruhsal yükselmedir. Peygamber’in rûh (kalb) gözünden perdeler kalkmış, beşerî varlığından geçen, tasavvuf diliyle Allah sevgisin-de kendisini yitiren Peygamber Aleyhisselâm, çıkarıldığı ruhsal seyâhatte ruhsal makamları dolaşmıştır.

Bu ruhsal seyâhati, onun bedensel seyâhatine ve bedensel seyâhatinde İsrâîloğullarıyla karşılaşacağına, yani Hicretine işârettir. Onun ruhsal seyahati, bedensel seyahatinden önce olmuştur.

Eğer Mi‘râc ve İsrâ, çoğunluğun söylediği gibi bedenle olmuşsa –ki bizce bu çok uzak bir olasılıktır– bunun da izahı mümkündür. Tasavvufta zikrullah ile insan cisminin nura dönüşeceğine inanılır. Yani zikirle, sevgi ile vücut, yoğunluğunu kaybedip nura dönüşebilir. Nûr, ışık demektir. Işık, saniyede üçyüz bin kilometre hıza sahiptir. İşte yoğunluğunu kaybederek nûr haline gelen insanın, birkaç saniyede dünyaları dolaşması mümkündür. Gerçeği Allah bilir.

İsrâ’nın vaktine gelince: bir rivâyete göre peygamberlikten önce, bir rivâyete göre peygamberlikten onbeş ay sonra olmuştur. Bu tarih, 23’ncü sûreyi oluşturan Necm Sûresinin iniş tarihine uysa da İsrâ Sûresinin iniş tarihine uymaz. Çünkü İsrâ Sûresinin, Mekke döneminin ortalarına doğru indiği kanısındayız. Başka bir rivâyete göre peygamberlikten beş yıl sonra olmuştur. Bu tarih de İsrâ Sûresinin iniş tarihine uyabilir ama Necm Sûresinin inişinden çok sonradır. Necm Sûresi, bundan çok önce inmiş olan ilk sûrelerdendir. Kimi rivâyete göre de İsrâ ve Mi‘râc, peygam-berlikten beş yıl önce olmuştur ki bu tarih, hiçbir sûrenin iniş tarihine uymaz. İki olayın, peygamberlikten bir yıl önce olduğunu söyleyen çok garîb bir rivâyet de vardır[20]. Rivâyetlerden kimine göre İsrâ sadece bir kere ve peygamberlikle Hicret arasında; kimine göre bir kez uyanık, bir kez de uykuda olmak üzere iki kere ve peygamberlikle Hicret arasında; kimine göre biri peygamberlikten önce, ikisi peygamberlikle Hicret arasında olmak üzere üç kere olmuştur. Bunların birisi rü’yâda, diğerleri uyanık iken, bedenle vukubulmuştur.

Kimine göre İsrâ, Peygamber’in, Mekke’den Mescid-i Aksâ’ya götürülüp oradan tekrar Mekke’ye döndürülmesinden ibarettir. Kur’ân da bu kadarını anlatmakta, Mi‘râc’dan söz etmemektedir. Kimine göre İsrâ’yı Mi‘râc izlemiştir. Mescid-i Aksâ’ya götürülen Peygamber, oradan göklere çıkmış, tekrar Mescid-i Aksâ’ya inip Mekke’ye dönmüştür. Kimine göre İsrâ uyanık iken, Mi‘râc uykuda iken olmuştur[21].

Mi‘râcın, peygamberlikten önce veya peygamberliğin ilk yıllarında olduğunu anlatan rivâyetler de göz önünde tutulursa, Mi‘râc olayının da Necm ve Tekvîr Sûrelerinde anlatılan görme (vision) olayları sıralarında vukubulduğu kanısına varılabilir. Ama İsrâ olayı, bu müşâhedelerden ayrıdır ve bunlardan çok sonra, Mekke döneminin ortalarında vukubulmuştur. Gerçeği Allah bilir.

Muhammed İzzet Derveze’nin ifadesine göre İsrâ Sûresi, Mekke devrinin birinci yarısında, henüz müslümanlar Habeşistan’a hicret etmeden önce inmiştir. Bu takdirde İsrâ olayının, Habeşistan’a Hicretten önce vukubulması gerekir. Fakat âyetlerin, özellikle İsrâîloğullarının tarihine işâretinden, olayın, Peygamber’in Hicretine yakın zamanlarda vukubulduğu seziliyor. Derveze şöyle diyor:

“İsrâ uyanık iken olmuştur. Hadîslerin bir bölümü bunun uykuda olduğunu söyler. Bu rivâyetlerde cennetin, cehennemin vasıfları, cennet-liklerin, cehennemliklerin ni‘met ve azâbı; Allah’ı, melekleri ve peygam-berleri görme; göğün, Arşın, Levh’in, Kürsî’nin, Kalem’in, Sidretu’l-müntehâ’nın maddî biçimlerde nitelendirilmesi hakkında çok acâib şeyler vardır.”[22] Kanâatimize göre Buhârî’de bulunmayan bu ayrıntılar, Peygamber döneminden sonraki zamanların ürünüdür.

Elbette Peygamber (s.a.v.), mânâ gözüyle çok şey görmüştür ama bu rûhânî şeyleri maddî biçimde tavsif etmek doğru değildir.





[1] . Ona, buraya gelmesi için dâvetiye gönderildi mi? Veya: Ona elçilik görevi verildi mi?
[2] . Asıl adık Şerî ibn Abd-i ‘Amr’dır. Kendisi ve kardeşi, Uhud’a katılmış sahâbîlerdendi.. el-İsâbe: 5/77
[3] . Buhârî, Hac: 76, Enbiyâ: 5, Tevhîd: 73, Menâkıb: 24; Müslim, Îmân: 259, 263; İbn Hanbel, Müsned: 3/148, 149, 5/143
[4] . İbn Kesîr, Tefsîr: 3/4
[5] . İbn Kesîr, Tefsîr: 3/6
[6] . Tefsîr: 3/8
[7] . Mefâtîhu’l-ğayb: 20/152
[8] . En‘âm: 55/103
[9] . Müslim, Îmân: 29; Tirmizî, Tefsîr, sûre: 53; İbn Hanbel de rivâyet etmiştir: İbn Kesîr, Tefsîr: 3/10
[10] . İbn Kesîr, Tefsîr: 3/4
[11] . İbn Kesîr, Tefsîr: 3/4-21; Hâzin: 4/135
[12] . Kurtubî, el-Câmi‘: 3/425
[13] . Tefsîru’l-Kur’âni’l-hakîm: 9/162-163
[14] . Bakara: 92/284
[15] . el-Câmi‘: 3/427-428
[16] . Tefsîr: 3/23
[17] . İbn Kesîr, Tefsîr: 3/24
[18] . Müslim, Müsâfirîn: 186; Tirmizî, Fiten: 63; İbn Hanbel, Müsned: 5/40, 49, 51.
[19] . İbn Kesîr, Tefsîr: 3/24
[20] . Keşşâf: 2/437
[21] . et-Tefsîru’l-hadîs: 3/215
[22] . et-Tefsîru’l-hadîs: 3/217

 

 

   Copyright @ Süleyman Ateş