ONDOKUZ SAYISI VE ŞİFRECİLİK SAFSATASI

 

Müddessir: 4/27-30’ncu âyetlerde, Peygamber'i yalanlayan, ona gelen vahiylere büyü diyen kimsenin; önüne gelen her şeyi yakan, geriye hiçbir şey bırakmayan, derileri kavurarak insanın biçimini bozan, değiştiren, üzerinde on dokuz zebânînin bulunduğu, bu acımasız muhafızların yönettiği Sekar'a yani cehenneme atılacağı vurgulanıyor.


4/31’nci âyette cehennem zebânîlerinin melek olduğu; bunların sayısının, Kitâp ehli ve müminler için kesin inanç vesîlesi, hasta yürekliler ve kafirler için de sınav olduğu; Allah'ın askerlerinin sayısını yalnız kendisinin bileceği vurgulanmaktadır.

“Aleyhâ tis‘ate aşer: Üzerinde ondokuz (muhafız) vardır.” (Müddessir: 4/30) âyetinde geçen ondokuz sayısı, daha sonra ondokuz sayısına kutsallık veren bir akımın doğmasına neden olmuş, 20’nci asrın sonlarında da bu sayının Kur’ân’ın kodu olduğu, Kur’ân’ın bununla kodlandığı görüşü ortaya atılmıştır.

Bu akımın menşe’i:

19 sayısını ilk defa kutsallaştıran, Bahâîlerdir. Önce Mirza Alî Muhammed (20 Ekim 1819-1850) tarafından, mehdîye açılan kapı anlamında Bâbîlik adı altında İran’da kurulan bu hareket, daha sonra Bahâullah sıfatıyla anılan Mirza Hüseyin Alî Mâzenderânî en-Nûrî (12 Kasım 1817-29 Mayıs 1892) tarafından Bahâîlik adı altında sürdürülmüştür.

Her harfin ve sayının ayrı bir özelliği ve değeri olduğuna inanan Babî veya Bahâîlere göre 19 sayısı mukaddestir ve her şey bu sayıya dayalıdır. Yıl 19 ay, aylar 19 gündür. Her 19 gün sonunda bir Bâbî’ye ikramda bulunmak zorunludur. Her Bâbî, en çok 19 kitaba sahip olabilir. Katil, 19 yıl cinsel ilişkiden uzak durur. Oruç 19. ay olan A‘lâ ayında (2-21 Mart) 19 gün olarak tutulur. Gelirin %19’undan hakkullah denilen bir vergi alınır.

Bahâîlere göre bütün dinler, sadece Bahâullah’ın ortaya çıkması için birer başlangıç olduğundan hepsi eksiktir, ancak Bahâ’nın gelişiyle tamamlanmıştır. Bahâ’dan sonra da peygamberler gelecektir. Peygamberleri Tanrı zuhuru gören Bahâîlere göre, Bahâ’dan sonraki Tanrı zuhuru, 1000 yıldan önce olmayacak(yani Bahâ’nın peygamberliği bin yıl sürecek)tir.

Hz. Muhammed’in, hâtemu’n-nebiyyîn olması, ondan sonra resuller gönderilmesine engel değildir.

Kabbalizm’den kaynaklanan Cifr İlmi:

Bazı mutasavvıflarda da cifr ilmi denilen, harflerin sayısal değerinden birtakım kehanetlerde bulunma eğilimi vardır. Sonunda peygamberliğini iddia eden Fazlullah Esterâbâdî bunlardandır. Ünlü mutasavvıf şair Niyâzî-i Mısrî'de bu eğilim oldukça fazladır. O kadar ki Niyâzî, cifr gibi Kabbalizm kökenli hayali bir bilgiye dayanarak Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn'in resul değil fakat nebî anlamında peygamber olduklarını, Kur'ân âyetlerini istediği gibi evirip çevirerek ispata çalışır. Herhalde bu tür aşırı düşüncelerinden ötürü kendisine karşı gelen Şeyhül-İslâm Vânî Efendi'yi de Kitap ehliyle çarpışan müşrik Farslarla eş tutar, onun karşısında kendisini gerçek Müslüman pozisyonunda görür. Vaktiyle İrfan Sofraları adıyla dilimize çevirdiğimiz "Mevâidu'l-İrfân" adlı eserinin 59'ncu Sofrasında Niyâzî şöyle diyor:

"Kur'an'da Hasan'la Hüseyn'in şerefini gösteren âyetler çoktur. Bakara Suresi'nde: 'Allah’a, bize indirilene, İbrâhîm’e, İsmâ‘îl’e, İshak’a, Ya’kub’a ve sıbt(torun kabîle)lere indirilene, Mûsâ ve Îsâ’ya verilene ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilene inandık, onlar arasında bir ayırım yapmayız, biz Allah’a teslîm olanlarız.' deyin." (Bakara: 92/136), Nisa Suresinde: "Biz, Nûh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Nitekim İbrâhîm’e, İsmâ‘îl’e, İshak’a, Ya‘kûb’a, sıbtlara, Îsâ’ya, Eyyûb’a, Yûnus’a, Hârûn’a, Süleyman’a da vahyetmiş ve Dâvûd’a da Zebur’u vermiştik. Daha önce sana anlattığımız elçilere ve sana anlatmadığımız elçilere de (vahyetmiştik). Ve Allâh Mûsâ’ya da konuşmuştu." (Nisâ: 98/163-164)

el-Esbât'ta elif lâm cins içindir. Çünkü lâm-i ta'rifte aslolan cins için olmaktır. Önce sarahaten veya delâleten bir delil geçerse o zaman ahd-i haricî veya ahd-i zihnî için olabilir. Burada böyle bir şey olmadığına göre demek cins içindir. Buna göre Hasan'la Hüseyn, esbât'ın kapsamına girer. Bunu inkâr, cehalet, hased ve inad eseridir. Yüce Allah'ın: "(İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve 'Ben Müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussilet: 33) âyeti de onların şerefini gösterir. (kavlen)in sayısı, kafsız otuz yedidir. Kafın ismi seksen birdir. Hepsi Hz. Hasan'ın isminin sayısıdır. Kaf’ın onda biri buna ilâve edilirse 128 eder ki Hz. Hüseyn'in isminin sayısıdır. O zaman âyetin manası: "İki Hasan'ın risaletleri şerefine çağırandan daha güzel sözlü kim olabilir? (yani kimin sözü Allah için Hasan ve Hüseyn'in risaletine çağırandan daha güzeldir?)" demek olur.

"Yavme ye'tî ba'du âyâti rabbik: Rabbinin bazı âyetleri geldiği gün daha önce inanmamış veya imanında bir hayır yapmamış kimsenin imanı kendisine fayda vermez. De ki: 'Bekleyin, biz de bekleyenleriz." âyeti de onların şerefine delâlet eder. "Ba'du âyâti rabbik: Rabbinin bazı âyetleri" sözünün sayısı, 108 (yüz sekiz)dir. Bir müdğam isim ondur. 118 (Yüz on sekiz) eder; Hasan'ın ismi çıkar. İki müdğam isim ile Hüseyn ismi çıkar: (128)

Âyet şunu gösterir ki: İki Hasan (Allah'ın salât ve selâmı her ikisine)ın risalet derecesinde oldukları bir nefiste meydana çıkarsa -bu şahıs kim olursa olsun, ister âlimlerden, ister cahillerden olsun- onların bu mertebelerine inanmayan insana birinci imanı fayda vermez. Çünkü Risalet, Allah'ın âyetlerinden bir âyettir. Hisanu'l-Mesâbîh'te Ya'la ibnu Murre yoluyla Hz. Peygamber(s.a.v.)den şu Hadis rivayet edilir: "Hüseyin bendendir; ben Hüseyindenim. Hüseyini seveni Allah sever. Hüseyin, Esbattan bir sibttir."

Elhamdülillah, elhamdülillah eğer Mısrî'nin inancını sorarsanız, o, yetmiş altı yaşına gelmiştir. Bütün ömründe sahih bir inanç bulmaya çalıştı. Nihayet şuna inandı ve dedi: "Allah'tan başka İlah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna, Hasan'la Hüseyn'in, O'nun torunları ve Allah'ın peygamberlerinden iki peygamber olduklarına şehadet ederim. Allah'ın salât ve selâmı her ikisine, salâtların en efdali dedeleri olan Peygamberlerin Hatemi Muhammed'e, bütün peygamberlere ve resullere, onların âline ve ashabına hamd de âlemlerin Rabbine olsun."

Peygamber'in: "Benden sonra peygamber gelmeyecektir." (Kenz: 15, no. 43638) sözü ise şu anlamı taşır: Benden sonra benim şeriatime muhalif bir şeriat gelmeyecektir. Onlar evvel ve âhir dedelerinin şeriatleri üzerinde idiler. Her ikisi de dedelerinin yolunda gitmişlerdir. Binaenaleyh onlar ile taaddüt ve tekessür lâzım gelmez (peygamberlerin sayısı artmaz). Nitekim Allah Teâlâ: "Her başağında yüz tane bulunan yedi başak bitiren bir tane gibidir" buyurmuştur. Âyetteki habbetin sözü, teklik ifade eden nekiredir. Yedi başak, habbenin parçalarıdır. İki dal ile son peygamber çoğalmış olmaz. Allah buyurmuştur: "Onların Tevrât'taki vasıfları ve İncîl'deki vasıfları da şöyle bir ekin gibidir ki, filizini çıkardı, onu güçlendirdi, kalınlaştı, derken gövdesinin üstüne dikildi, ekincilerin hoşuna gider, onlara karşı kâfirleri de öfkelendirir bir duruma geldi. Allâh onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfât va'detmiştir." (Fetih: 29) Allah feâzerehu (güçlendirdi) dedi, fekesserehu (çoğalttı) demedi. Bundan anlaşıldı ki onlar, dedelerinin son peygamberliğini bozmazlar. Hatm birdir. Onlar da tek olan son peygamberin iki dalıdır. Allah Teâlânın: "De ki: ‘Allah'ın fazlı ve rahmetiyle sevinsinler. Bu, onların toplayıp yığdıklarından hayırlıdır." (Yûnus: 51/58) âyeti de böyle, onların şerefine delildir. "Kul bifadlillah" sözü, lâmların tekerrürü nazara alınmazsa şu harflerden teşekkül eder: Lâm ba, fe elif, he. Bunların sayısı yüz on sekizdir ki Hasan'ın ismidir. Rahmetihî harflerinin isimleri de ye (re?), hı, mîm, ye (?) dir. Bundan bilindi ki Allah'ın fazlı Hasan, rahmeti de Hüseyn'dir. Yani “onlara imanla sevinsinler. Onlara iman, mal ve faydasız ilim yığmaktan hayırlıdır”, demek oluyor. Hasılı onların veraseten risaletlerine tanıklık eden âyetler çoktur. Biz bunlarla yetindik. “Allah gerçeği söyler, O, yola iletir."

Mısrî, eserinin 69'ncu sofrasında da savaşta yenik düşen Rumların, bıd' (küsur) yıl içinde Farsları yeneceklerini, o gün müminlerin sevineceklerini bildiren âyetleri de yine bu doğrultuda te'vîl ediyor:

Çoğu bilginler bu âyetlerin isimsel anlamından ğafilûn (gafildirler). Bundan dolayı ömürlerini dünya sevgisi, mal yığma ve mevki sahibi olma sevdasıyla geçirirler. Bu, onların âhiretten son derece gafil olmalarından ileri gelir.

Bil ki: Gafilun'un mazisi ğafele'dir. Ğafele'nin hemzeli olarak soyut isimleri(nin sayısal değeri) şöyledir: S. a, e, mâ=103. Ğaynla beraber: Ğayn, a, e, mâ=103. el-Âhir de: a, khı, râ, a, lâm= 1104. İnsanların gafil olup bilmedikleri bu isimler , Allah'ın, Âdem'e öğretip sonra meleklerden sorduğu isimlerdir. Bu isimler bilgisi, Kur'ân ve Hadîsin ve benzerlerinin içsel bilimidir.

Meselâ surenin başından (ğalebihim)e kadar yüzler esmasının elifsel değeri: Sîn, elif, elif, elif, he, sîn=128'dir (Hüseyin)in sayısal değeri de 128'dir. Yüce Allah'ın: Elm. Ğulibe= 1103 eder. Edna'1-ard=1097'dir. Müminlerin hemzesel isimleri de (yahut yüz isimleri de hemzesel olarak: Elif, hemze, he=7; 1097+7=1104 Bu gösteriyor ki onların risaletleri ilk defa Recep ayında, son defa da Muharremü'l-Haram'da meydana çıkacaktır. ve hum: Vav, he, mîm= 118; Hasan: 118. Yine "Bu(yenilgileri)nden önce de, sonra da emir Allâh'ındır (ferman O'nundur). O gün müminler sevinir(ler): Allâh'ın yardımıyla. (Allâh) Dilediğine yardım eder. O, galiptir, esirgeyendir." âyetinin yüzler üzerinden hemzesel isimleri de: elif, hemze, fa, la, elif, hemze, elif=118; Hasan= 118.

Buna göre surenin başından (Ve hum ani'1-âhireti hum ğafilûn: Onlar âhiretten gafildirler)a kadar olan âyetlerin manası şöyledir: Yani Hicrî sene 1103(bin yüz üç)e eriştiği zaman Hasan ve Hüseyin (Allah'ın salâtları ve selâmı her ikisine) risaletleri ulu Kur'an ile ispat edilip Vanî Farsı yenilgiye uğratılacaktır.

Hele bak ki Mekke müşrikleri Rum Farsını nasıl kendilerinden saydılar ve onların, ehl-i kitap ordusunu yenmelerine sevindilerse, Allah Teâlâ da mü'minlere bin yüz üç veya bin yüz dörtte yardım edeceğini va'detti. Allah va'dini tuttu, "velâ teniyâ fi zikrî: Beni anmakta Vânî (gevşek) olmayın" kavl-i kerimiyle (değerli sözüyle) Vanî'nin yenilgisini ispat etti, "el-esbât" yüce sözüyle de Haseneyn'in (Hasan-Hüseyn'in) galibiyetini meydana çıkardı. El-esbat’taki elif lâmın cins için olduğunu (yani bütün torunları kapsadığını) Hadis teyid etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) "Hüseyn esbâttan bir sibttır" buyurmuştur (Tirmizî, Menâkıb: Menâkıbu'l-Hasan ve'l-Huseyn, No. 3775; Kenz: 12/116, No. 34264. Ya'la ibn Murre'nin rivayet ettiği hadisi Buharî Edeb'de, Beyhakî ve Hakim de saptamışlardır).

Vânî milleti ise Kur'an'la reddedilmiş bulunan Vânî'yi peygamber edindiler de Kur'an'ın nassıyla risaletleri tamamen sabit olan Haseneyn (Allah'ın salâtları ve selâmı her ikisine olsun)in risaletlerini inkâr ettiler.

Allah Teâlâ'nın "fî bıd'i sinîn" kavline gelelim: Bıd'(ın sayısal değeri): 872 (sekiz yüz yetmiş iki)dir. al-Hasan, al-Huseyn esması da sekizyüz yetmiş ikidir. Buna göre bıd', al-Hasan, al-Hüseyn’dir. Yani onların risaletleri al-Âhir'de zuhur ettiği zaman Fars (Vanî) yenilecektir.

Mısrî'nin bu görüşü çok hatâlı ve tamamen safsatadır. Böyle indî tevilleri, düşünen bir mantık nasıl alıyor, anlamıyorum? Bu ebced hesabı ile Hz. Hasan'la Hüseyn'in peygamberliğine hükmetmek ne demek? Ebced hesabıyla Allah kelâmının ne münasebeti var? Peki ismi Hasan veya Hüseyin olan bir başkası da bu takdirde peygamberlik iddia edemez mi? Sonra bir kere bu ebced hesapları dahi tutmuyor, yanlıştır. Kaf ismi yüz seksen bir iken, seksen bir kabul edilmiş. Bazı yerde aynı kelimeyi yüz on sekiz, bazı yerde yüz yirmi sekiz çıkarıyor. Evirip çeviriyor. Bir müdgam isim katıyor, bir müdgam isim çıkarıyor, istediği gibi oynuyor (tıpkı şimdiki şifrecilerimizin yaptığı gibi).

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, Resul-i Ekrem'in mübarek torunlarıdır. Müslümanlar onlara son derece hürmet beslerler ve onları severler. Hattâ Kerbelâ vak'ası, aradan bu kadar zaman geçmesine rağmen hâlâ her hatıra geldikçe Müslümanların yüreklerini kanatmaktadır. Ama onların peygamber olduklarını söylemek, Kur'ân'a, Hadise ve Müslümanların icma' halindeki itikadlarına aykırıdır. Kur'ân: "Muhammed, sizden kimsenin babası değil, fakat Allah'ın Resulü ve peygamberlerin hatemi (mührü veya sonuncusudur)." buyuruyor.

Nice âyet ve Hadisler O'nun âlemlerin rahmeti, insanlığın son peygamberi olduğunu ifade etmektedir. Hal böyle iken hiçbir delil olmadan sadece indî ve cifir gibi hayalî şeylere dayanarak Müslümanların itikadlarına zarar veren bu iddiayı ortaya atmak, Niyazî'ye yakıştırılamayacak bir harekettir.

Mısrî bu iddiasını, Kur'an-ı Kerim'de geçen el-esbât kelimesine ve ebced hesabından doğan cifir ilmine dayanarak ispata çalışıyor. Bir kere el-esbât: önceki peygamberlerin, peygamber olan torunlarını, daha doğrusu o peygamberlerden türeyen kabileleri kastediyor. Kelime Tevrât kökenli olan kelime, Tevrât'ta, peygamber atalardan türemiş kabileleri ifade eder. Bu kelimedeki el ta'rif harfi, kelimeyi sınırlamış ve belirlemiştir. (Yani o bilinen torun kabileler) demektir. Bütün torunları kapsamaz. Her peygamberin oğlu veya torunu muhakkak peygamber olacaktır, diye bir kural veya kanun da yoktur. Nitekim Nuh'un büyük oğlu, kendisine inanmamış, kâfir kalmış ve Tufanda, öteki kâfirlerle beraber boğulup gitmişti.

Ebced hesabına dayanan cifir ilmine gelince:

Niyazî’nin çok değer verdiği, harflere birer rakam verip onlardan gelecek hakkında anlamlar çıkarma yöntemi, çok eskilere, Milâddan önce Fisagor'a hattâ ondan da öncelerine kadar gider. Tamamen hayalidir. Hiçbir ilmî yönü yoktur. Bu hayalî şeyleri getirip Kur'an-ı Kerîme uygulamak günahtır. Çünkü ne Hz. Peygamber ebced hesabından bahsetmiş, ne de sahabîler böyle bir şeyden haberdar olmuşlardır. Allah kelâmının ebced hasebiyle, fallarla remellerle bir münasebeti yoktur. Cifr meselesine İbn Arabî de çok değer verir. Hattâ o, harfleri de insanlar gibi, aralarında peygamberleri bulunan birer topluluk kabul eder. Çeşitli tevillerle harflerden manalar çıkarır. Ama bütün bunlar indî tevillerden öteye geçemez. Çünkü Kur'an ne cifir kitabı, ne fal kitabıdır. O Ahlâk ve ilim kitabıdır.

Niyazî, Allah'ın Âdem Aleyhisselâm'a öğretmiş bulunduğu esmayı cifir ilmi olarak anlar. Ne kadar şayanı hayret! İsimlerin bilgisi demek, harflerin, insanlar tarafından uydurulan rakamlarını bilmek demek midir? İsimlerin ilminin ne olduğu bizce tam anlaşılmış olmasa da kanaatimize göre dili oluşturan kelime bilgisidir. Varlıklara isim verip dili yapan, düşüncelerini dil ile ifade edebilen ilk insan, halifelik makamına yükseltilen Âdem'dir. Rahmân Suresi'nin başında da insana beyanın (yani düşüncelerini dil ile anlatma yeteneğinin) verildiği vurgulanmaktadır. Âdem'e isimlerin öğretildiğini belirten âyetten, tamamen insanların uydurması olan harflerin sayılarını çıkarmak çok gariptir. Hele bunu getirip, hiçbir esasa dayanmadan Hz. Hasan'la Hz. Hüseyin'in peygamber olduklarını ispatta kullanmak düşüncesi ise çok daha yanlıştır. Kaldı ki herkes, istese Kur'an'da kendi isminin sayısına uygun kelimeler bulabilir. Gayet kolay. Demek bu adam kalkıp; "Ben peygamberim" mi demelidir? Meselâ Kur'an'da (Süleyman) ismi geçiyor. Süleyman isimli biri "İşte benim adım. Allah benden söz ediyor" mu diyecek?

Ehl-i Beyt hakkında burada zikredilen hadislerin çoğu uydurmadır. Ehl-i Beyt muhibleri veya İslâm'a fitne sokmak isteyenler tarafından uydurulmuştur. Bunlar o kadar basittir ki mevzu oldukları daha lâfzından ilk nazarda belli olmaktadır.

Hz. Peygamber, hadislerinde istikbaldeki şahıslardan ve fırkalardan söz etmez. Ama uydurmacılar çıkmış, tuttuğu şahısları öven sözler söyleyip, bir ravi zinciri uydurarak Hadis diye ileri sürmüşlerdir. Meselâ Ebu Hanife hakkında: "Ümmetimin çırası Ebu Hanife'dir" diyen bir Hadis var. Bunun karşısında: "Ebu Hanife isimli biri gelecek, o deccalin ta kendisidir." diyen hadis (!) de var. Diğer imamlar da böyle, hem kendilerini öven, hem kötüleyen hadisler var haklarında. Cerh ve ta'dil ilmi, yani Hadis kritiği, zayıf hadisleri tesbit etmiş ve elemiştir. Ama, yine de Hadis literatürü Kur'ân'a aykırı bir yığın zayıf, hattâ uydurma Hadislerden arındırılamamıştır. Böyle sözlere itimad edilemez.

Mısrî'nin bu iddiası, şüphesiz kötü bir niyyetin eseri değildir. Ehl-i Beyte son derece aşk ve mahabbeti, kendisini böyle aşırı bir fikre ve kanaate götürmüş, bu yüzden sürgün edilmiş, zahmetler çekmiş, fakat inancını da değiştirmemiştir. Kendisinin büyük bir velî olduğuna kaniiz. Lâkin her insan da hatâ yapabilir. Hatâdan salim olan yalnız Allah'tır. Bunlar, vecd ve ruhî bir heyecan içerisinde artık sevdiklerini nasıl medhedeceklerini bilemiyor ve bazen tamamen hakikatle alâkasız şeyler söyleyebiliyorlar. Binaenaleyh, kim olursa olsun her insanın muhakkak hatâ edebileceğini unutmamalıyız. Beri taraftan böyle söylemiş diye onu küçültmek de doğru değildir. Yine büyük insandır, ama peygamberlerden bile küçük günah sadır olabilir. Hasılı onların yaptıkları bu gibi aykırı hareketleri, aşırı sevgi ve heyecan sarhoşluğuna hamletmeli, dinî bir düstur kabul etmemeli, aynı zamanda onları bu yüzden dinden çıkmış da saymamalıyız. Bizim için kıstasımız dinin temel prensipleridir.

Modern Kabbalizm: Reşad Halîfe’nin Risalet İddiâsı:

İşte bu inancı aynen sürdüren Reşad Halîfe de kendisinin resul olduğunu iddiâ etmiştir.

Bu iddiâ çok çürüktür. Çünkü nebîlik, resullükten geneldir. Gerçi bunların ikisi birbiri yerinde kullanılırsa da genel tanıma göre her resul aynı zamanda nebîdir ama her nebî resul olmayabilir. Gelen her resulde nübüvvet de bulunacağına göre, nebîlik son bulduktan sonra resulün gelmesi söz konusu olamaz.

Bu tür iddiâlar yeni değildir. Niyâzî-i Mısrî de Ebced hesabına dayanarak Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn’in resullüklerini ispata kalkmış; bu davranışı başına belâlar açmıştır. Âyetleri bu tür hesaplara boyun eğdirmenin bir anlamı yoktur. (Prof. Dr. E. (Rûhi Fığlalı, DVİA, Bahâîlik maddesi)

Tutarsızlığı:

Reşad Halîfe’nin iddiâsına göre Kur’ân’ın sûre ve âyetleri, 19 rakamına göre kodlanmıştır. R. Halîfe bu tutarsız iddiâsını, Cehennem muhafızlarının sayısını bildiren Müddessir Sûresi’nin 30’ncu âyetine dayandırmaktadır. O âyette, deriler kavuran Cehennem ateşinin üzerinde 19 muhafız melek bulunduğu vurgulanmaktadır. Reşad Halife, çarpıtmasını, bir önceki âyetten başlatmıştır. Ona göre “Lavvâhatun li’l-beşer: Deriler kavuran” (Müddessir: 4/29) âyetindeki levvâha kelimesi, levha veren, plaklara, disketlere kayıt yapan bilgisayara işaret etmektedir. Kur’ân’ı saptayan bu bilgisayar programı, 19 rakamıyla kodlanmıştır.

Reşad Halîfe’nin iddiâsı, sunucu Cenk Koray tarafından da hayranlıkla savunulmaktadır.

Kur’ân’da anılan 19 rakamı bir kudsiyyet belirtmez. Kur’ân, kendisi hakkında düşünüp taşındıktan sonra “sihirdir” diyen adamın davranışını kınama bağlamında şöyle buyuruyor:

“18- Zîrâ o düşündü, ölçtü biçti. 19- Kahrolası nasıl da ölçtü, biçti. 20- Yine kahrolası nasıl ölçtü, biçti. 21- Sonra baktı, 22- Sonra surat astı, kaşlarını çattı, 23- Sonra arkasını döndü, böbürlendi; 24- "Bu dedi, rivâyet edilip öğretilen bir büyüden başka bir şey değildir. 25- Bu, sadece, bir insan sözüdür.” 26- Onu Sekar'a sokacağım. 27- Sekar'ın ne olduğunu sen nereden bileceksin? 28- (Geride bir şey) Komaz, bırakmaz (her şeyi yakıp yok eder). 29- Durmadan deriler kavurur. 30- Üzerinde ondokuz (muhafız) vardır. 31- Biz cehennemin bekçilerini hep melekler yaptık. Onların sayısını da inkâr edenler için bir sınav yaptık.” (Müddessir: 4/18-31)

Bir kere burada anılan 19 rakamı, 31. âyetin de belirttiği gibi, cehennem muhafızlarını belirtmektedir. Kur’ân’ın bu sayıya göre kodlanması, hâşâ, Kur’ân’ın cehennem olmasını hatıra getirir. Çünkü 19. muhafız melek, suçluların kapatıldığı cehennemin üzerindedirler, onların beklediği cehennem zindanından kaçmak mümkün değildir. Şimdi Kur’ân Sekar (çılgın ateş, cehennemin adı), Kur’ân âyetleri de ateşe atılan suçlular mıdır ki bunların kaçmaması için Kur’ân Sekarının başına 19 kodu yerleştirilmiştir?

(Levvâha) kelimesi, ortaya çıkmak, görünmek anlamındaki levh kökünden sıfattır. “Lavvâhatun li’l-beşer”: Beşer için ortaya çıkan, görünen anlamındadır. Beşer de ya deri veya insan anlamına gelir. Birinci takdirde “Lavvâhatun li’l-beşer”: (harrâkatun li’l-cild: deriyi yakan), yahut (telavvhu ecsâduhum aleyhâ: bedenleri cehennem ateşinin üstünde görünür, ateşin üstüne konulup pişirilir), yahut(telfahu’l-cilde lefhaten, tuhriku beşerete’l-insan: o ateş, insanın derisini yalayıp yakar) şeklinde tefsîr edilir. Bunlar, Sekarın, insanın derisini yakıp kavuran cehennem ateşi olduğunu gösterir. Levha, üstüne yazı yazılan tahta, kâğıt, disket vs. yassı maddelerdir.

Ancak Reşat Halîfe, levvâha kelimesini levha yapan, yani disket veren bilgisayar anlamında kabul etmekte, onun izleyici durumundaki kişiler de bu akımı sürdürmektedir.

Bunlardan biri olan merhum Koray, bu ondokuz rakamı üzerinde çeşitli görüşler olduğunu, kimi bunun için 19 zebani, kimi de ağaç olduğunu, bu konuda kesin bir şey olmadığını söylüyor (Kur’ân, İslâmiyet ve Atatürk, s. 40). Oysa bütün rivâyetler, bunu duyan Arapların, bunları cehennem zebanisi olarak anladıklarını ifade eder. Hattâ Ebucehil, “Muhammed bizi 19 zebani ile korkutuyor. Siz koca cemaatsiniz. Her on kişiniz, birleşip bir zebaniyi haklasın” dediği anlatılır.

Koray, Sûre başlarında bulunan besmeleyi, sûreden birer âyet kabul etmektedir. Bu konu ihtilâflıdır. Kimi besmelenin âyet olmayıp sûreleri birbirinden ayırmak üzere konduğunu söyler. Kimi bağımsız âyet olduğunu; kimi de surenin âyeti olduğunu söylemiştir.

Alak Sûresi’nin ilk 5 âyetinin ilk inen Kur’ân olduğu da tartışılabilir. Abduh Fâtiha’nın önce indiği kanısındadır.

Alak Sûresi’nin 5’nci âyeti diğerlerinden ayrılamaz. Onlarla birlikte indiği siyaktan bellidir. O zaman da bunların harfleri 19’dan çok fazladır.

Kaldı ki neden sondan başa doğru sayılıp da Alak suresine varılsın? Henüz diğer sureler inmemiş iken onlardan sayılıp Alaka gelinmesinin hikmeti nedir? Sırf 19’u bulmak için. Kur’ân’ın iniş sırası, Mushaf’taki tertibi gibi değildir.

Kaf: 34/38, A'râf: 39/54, yine bak: Furkan: 42/59; Yûnus: 51/3; Hûd: 52/7; Secde: 75/4; Hadîd: 112/4. âyetlerde evrenin altı günde yaratıldığı ifade edilmektedir. Nûh: 71/15, Mülk: 77/3-5’nci âyetlerde Allah'ın, kudret ve hikmetini anımsatmak üzere gökleri ve yeri (evreni) altı günde yarattığı; yedi göğü tabaka tabaka yarattığı, yaratılan bu evrende en ufak bir uygunsuzluk bulunmadığı, insan ne kadar incelese evrenin yaratılışında bir kusur bulamayacağı anlatılır.

Hâkka 17 âyette Allah’ın arşını taşıyan 8 melek veya sekiz dizi meleğin taşıdığı belirtilmektedir. Eğer Kur’ân bir sayıya kodlanacaksa, Allah’ın arşını taşıyan sekiz melek sayısına göre, yahut evrenin sırrını taşıyan Kur’ân’ın, evrenin yaratılış süresi olan altı sayısına veya evren tabakalarının sayısını bildiren yedi sayısına kodlanması daha uygun olmaz mıydı?

Kur’ân’da bunlardan ayrı olarak yetmiş kez tevbe (Tevbe: 80), kendilerinin on katı düşmana galip gelecek derecede dirençli 20, 100 kişilik mümin grubundan (Enfâl: 65) gibi sayılar da vardır. Neden Kur’ân bunlara göre kodlanmamış?

19’un asal sayı olduğu söyleniyor. Oysa Şeyh Tantâvî, evrenin altı günde yaratıldığını belirten âyetleri açıklarken, altı günün, evrenin oluşum aşamaları olduğunu anlattıktan sonra bu sürecin, Tevrât ve İncîl’de de altı gün olarak gösterilmesinin nedenini şöyle açıklıyor:

“Sayılar birden ürer. Birin bire eklenmesiyle iki olur. Sayı ancak sayılmakla anlaşılacağından ilk sayı 2’dir. 1, bütün varlığın kaynağı olan ilk prensibe özgüdür. Sayıların ilki 2’dir. 3 ise tek sayıların ilkidir. Sayılar ya tek veya çift olur. Bire 2, 2, 2, 2,...eklenince sonsuz tek sayılar çıkar. 2’ye 2, 2, 2, 2, ...eklenince de sonsuz çift sayılar çıkar. Tek ve çift sayılar içinde kimi başka sayılara bölünür, kimi kendinden başkasına bölünmez.

“2’nin kendinden sonraki sayılarla çarpımından çift sayılar doğar. Tek sayılar da ya kendinden başkasına bölünmeyen veya bölünen sayılardır. Tek olsun, çift olsun bütün sayılar 3’e ayrılır:

Artık sayılar, eksik sayılar, tam sayılar. Çarpanlarının toplamı kendisinden fazla olan sayıya artık sayıdır. 12 gibi. 12’nin çarpanları olan (1, 2, 3, 4, 6) sayılarının toplamı 16 eder. Bu rakam 12’den fazladır. Çarpanlarının toplamı kendisinden az olan sayıya eksik sayı denilir. 8 gibi. 8’in çarpanları olan (1, 2, 4)ün toplamı 7, 8’den azdır. Çarpanlarının toplamı kendisine eşit olan sayıya da tam sayı denilir. 6 gibi. Altının çarpanları olan (1, 2, 3)ün toplamı 6 eder. İşte sayılar içinde en küçük tam sayı 6’dır. Yüce Allah, evrenin yaratılışındaki mükemmelliği, en küçük tam sayı olan 6 ile belirtmiştir.” (el-Cevâhir fî Tefsîri’l-Kur’ân: 12/207-208)

Ayrıca Kur’ân, hadîslerde belirtildiğine göre sekiz bölüm olan cennet sayısına göre de kodlanabilirdi.

Reşad Halîfe’ye göre Kur’ân sûreleri, başlarına konan besmelenin harf sayısına göre kodlanmıştır. Besmelede 19 harf vardır. Her sûredeki âyetlerin sayısı da 19 veya 19’un katıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de 114 sure vardır. Bu 19’un katıdır. 19x6=114 eder.

İyi ama son iki sureyi duâ kabul edip Mushafına almayan sahâbîler de vardır. Ayrıca Tevbe ile Enfâl’i bir tek sure kabul edenler de bulunduğundan bu iki sure arasına besmele konmamıştır. Bunlar nazara alınırsa Reşad’ın sistemi yıkılmaz mı?

Önce بِِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ (bismillâhirrahmânirrahîm) 19 harfli değil, 21 harflidir. Çünkü normalde bâ’dan sonra ismin vasl hemzesi vardır. Fakat gelenekte öyle yazıldığı için yazımda gösterilmemiştir. Ayrıca الرَّحْمَنِ (er-Rahmân)’da mimden sonra bir elif bulunur. Bazıları İshak, Rahmân, Osman gibi kelimeleri asıl kuralına göre elifli yazarlar. Çünkü Rahmân kelimesi fa‘lân vezninde bir sıfattır. Aslı الرَّحْمَانِ (er-Rahmaan)dır. Demek ki besmele aslında 19 değil, 21 harflidir.

Halîfe’nin hesaplarını güzelce kontrol eden Dr. Orhan Kuntman özetle şu tesbitleri yapmıştır:

Halife’ye göre Allah’a âit isim, Mâide’de 4, En‘âm 118, 119, 121, 138; Hac: 28, 34, 36, 40; Hucurât: 11 (bi’se’l-ismu’l-fusuku ba‘de’l-îmân); Rahmân: 78, Vâkı‘a: 74, 96; Hâkka 52, Müzzemmil: 8; Dehr: 25, A‘lâ: 1, 15; Alak: 1’de geçmektedir. Bunların toplamı 19 eder. Oysa Hucurât 11’deki ism, Allah’a âit değil, fâsık unvanı anlamında isimdir. Sırf sistemini kurmak için fısk unvânı anlamındaki ismi de Allah’a âit isim olarak saymak çarpıtmadır, tahrîftir.

Burada Allah’a âid olmayan ismi de sayıma katan Halîfe, Arş kelimesinde bu prensibin dışına çıkarak kulların tahtını anlatan Yusuf 100 ve Neml 23. âyetlerdeki arş kelimelerini hesaba katmıştır ki bu da çelişkidir.

Ayrıca Hud 42, Neml 30. âyetlerde de Allah’ın adı anlamında isim geçer ki Hucurat’taki ism çıkarılıp bu iki isim eklenirse Kur’ân’da Allah’ın adı olarak isim kelimeleri 20 eder. Bu da 19’u aşar.

Lafza-i celâl:

Tevbe: 169 lafza-i celâl bulunduğu halde Reşad Halife’nin hesabında 168 gösterilmiş, 15. âyette iki tane varken bir tane lafza-i celâl sayılmıştır.

Hac Sûresi’nde 75 adet lafza-i celâl varken Halîfe bu sayıyı 76 göstermiştir. 60. âyette 2 adet lafza-i celâl olduğu halde 3 adet gösterilmiştir:

Furkan’da 8 adet varken 7 adet, Mü’min’de 53 adet varken 52 adet, Mücadele’de 40 adet varken 41 adet göstermiştir.

Yani Tevbe’de 1 eksik, Furkan’da 1 eksik, Mü’min’de 1 eksik, Hac’da 1 fazla, Mücâdele’de 1 fazla sayılarak 19’un katı olan 2698’e ulaşmıştır. Bu attıkları ve kattıkları hesaba katılırsa 3-2=1+2698=2699 eder.

Halîfe, 19 sistemine aykırı bulduğu için Tevbe Sûresi’nin son iki âyetinin, uydurma olduğunu söylemiştir “Çünkü Tevbe Sûresi’nin son iki âyeti, çok kişi tarafından desteklenmiş değildir. Büyük bir ihtimalle bu iki âyet, Ebubekir, Ömer ve Zeyd’den çok sonra Peygamber’in hayranları tarafından Kur’ân’a sokulmuştur. Çünkü Kur’ân’da bulunan 9 kelimenin miktarları hususunda, Tevbe Sûresi’nin son iki âyetinde bulunanları katmadığımız zaman 19’un katı rakamlar elde ettiğimiz halde bu iki âyeti kattığımız zaman elde ettiğimiz rakamlar 19’un katı değildir” diyor.

Halife, sistemine uymadığı için bu iki âyeti reddettiği halde, bu âyetlerdeki “Hasbiyallah” kelimesini hesaba katmıştır.

Yazar tevekkeltu kelimesinin 58 adet bulunduğunu, Tevbe Sûresi’nin son âyetindeki tevekkeltu kelimesi hesaba katılmadığı takdirde 57 olacağını, bunun 19’un katı olduğunu söyleyerek bu âyetteki kelimeyi hesaba katmamıştır. Bundan ayrı olarak aynı fi‘lin 4 adet tevekkelnâ, 1 tane netevekkelu, 12 adet yetevekkelu, 5 adet yetevekkelûne; 9 tane tevekkel, 2 tane tevekkelû, 3 tane mütevekkilûn, 1 tane de mutevekkilîn vardır ki bunların toplamı 44 eder.

Buna ilâveten vekkelnâ, 1 tane vukkile, 11 tane vekîl, 13 tane vekîlâ vardır ki bunların sayısı 26 eder. 44+26=70 Bu rakam 19’un katı değildir. Bu bakımdan Halîfe’nin, bu kelimeyi ve türevlerini 58 hesabetmesi gerçeği yansıtmıyor.

Halîfe, Kur’ân’da Rabb kelimelerinin 970 kez geçtiğini, Tevbe Sûresi’nin son âyetindeki rabbu’l-arşi’l-azîm hesaba katılmayınca bu sayının, 19’un katı olan 969 olacağını söylemektedir. Oysa yazar burada hatâ yapmıştır. Çünkü Tevbe son âyetteki de dahil, Kur’ân’da 969 rabb vardır. Tevbenin son âyetindeki rabb çıkarsa sayı 968’e düşer. Bu da Halîfe’nin uydurma saydığı âyetteki rabbı da hesaba katmak zorunda olduğunu gösterir.

Halîfe’ye göre Allah kelimesi 2699 defa geçmektedir. Tevbe sonundaki Allah kelimesi çıkarılırsa 19’un katı olan 2698 kalır. Oysa Halîfe, Âl-i İmrân 26, Mâide 114, Enfâl: 32, Yûnus: 10 ve Zümer 46. âyetlerdeki Allah kelimelerini de hesaba katmamıştır ki bunlar da eklenirse 2699+5=2704 rakamı elde edilir. Eğer kendi iddiâsı gibi Tevbe’nin son âyetindeki hesaba katılmazsa 2703 eder ki bunların ikisi de 19’un katı değildir.

Halîfe, Kalem Sûresi’nde 133 nûn harfi bulunduğunu ve bunun 19’un katı olduğunu ileri sürmektedir (Kur’ân, Görülen Mu‘cize, s. 92). Oysa Halîfe bu hesabı tutturmak için tek harfin işareti olan ن (tenvin) işaretini, iki nûn sayarak bu rakama ulaşmıştır. Bir harfi, okunuşunu nazara alarak iki harf göstermek yanlıştır. O zaman diğer harfleri de öyle iki nûn kabul etmek gerekir. Ayrıca Kalemin başındaki besmeledeki er-rahmân’ın nûn harfini de hesaba katmıştır. Oysa er-Rahmân ismini sayarken sadece Fâtiha’daki besmelenin Rahmân’ını almış, ve 57 rakamına ulaşmıştır, diğer besmelelerdeki Rahmânları almamıştır. Çünkü onlar da hesaba katılırsa 112 Rahmân daha ortaya çıkar ki toplam 169 eder. Bu rakam 19’un katı değildir. Rahmân isminin rakamlarını saptarken Kalemdeki besmele yok sayılmış iken, nûn harfini saptarken neden aynı besmele varsayılmıştır. Bunlar sistem hatırına zorlamalardır.

Halîfe Kuntman’a gönderdiği yazısında “Hakiki Müslümanlar hakiki Kur’ân’ı; sahte Müslümanlar da sahte Kur’ân’ı tanımaya devam edecekler” gibi bir söz etmekle bir yandan asırlarca Müslümanların tek güvencesi olan Kur’ân’ı sahtelikle suçlarken, bir yandan da Müslümanları hakiki ve sahte Müslüman diye ikiye bölmektedir.

Cenk Koray (aslında Halîfe) Şûra Sûresi’nin Q (ق) harfiyle başladığını söylüyor. Oysa (حم)den sonra ayn (ع ayn) harfiyle başlar. Şûra ile Kaf Sûresindeki kaf harflerinin 57’şer olduğu, bunların toplamının, 19’un katı olan 114 ettiği söyleniyor.

Neden Şûrâ’nın ilk harfi olan ayn, ondan sonraki sîn alınmıyor da kelimenin son harfi olan kaf alınıyor?

Bu hesaplamalar bazı yerlerde tesadüfen tutsa da genel bir kural değildir. Bir iki yerde de kural bozulsa mu’cizelik kalmaz. Böyle tesadüfler, sıradan sözlerde de olabilir. Meselâ Yeni yapılmış apartmanlara yapıştırılan levhalardaki “Satılık daireler” ifadesi, “aruz vezni olan “feilâtün feilün” kalıbına uymaktadır. “Çattık belâya” sözü de “Müstef‘ilâtün” veznindedir. Ama bu lafları söyleyenler ne aruz vezni bilirler, ne de bu vezne uygun olsun diye düşünmüşlerdir. Bunlar tesadüftür.

Öngörülen sayıyı tutturmak için temelde bir kural yoktur. Kâh baştan gidiliyor, kâh soldan sayılıyor. Nereden bu sayı tutturulabiliyorsa oradan başlanıyor. Sonuçta 19 rakamı Kur’ân’a uymuyor; Kur’ân, temel alınan bu 19 rakamına uyduruluyor.

Bunlar sakat düşüncelerdir. Kaldı ki Atatürk hakkında söylenenler de itibaridir. Atatürk’ün bu rakama uyan olayları ele alınıyor. Aslında her insanın, 19 sayısına denk düşen olayları olabilir. Meselâ ben de benim için o zaman önemli olan 19 Mayıs Bayramına katıldım desem bu bana bir kutsiyet mi getirir?

Atatürk’ün Çanakkale’de zafer kazanması, Erzurum ve Sivas kongreleri 23 Nisân 1920’de Büyük Millet Meclisini toplaması, 30 Ağustos zaferi çok daha önemli olaylar değil midir? Bunlar 19’a uyar mı?

1918’de İstanbul’un işgali de 19 sayısına denk düşer. Son iki rakamda ki 1+8=19. Öyle ise bu tarihte iki tane 19 var. Ne çıkar bundan? İstanbul’un işgale uğraması kutsal bir şey midir?

Koray’ın “Bugün Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği sosyal kurallar da insanlığın gerisinde kalmıştır” (s. 54) iddiâsı doğru olamaz. Hem Kur’ân’a, Allah’ın imzasını taşıyan Kitab diyeceksin, hem de onun, insanlığın gerisinde kaldığını ileri süreceksin, bu çelişkidir. Evreni yaratan Allah Kur’ân’ı söylemişse, evren nasıl insanlığın gerisinde kalmamışsa Kur’ân’ın da insanlığın gerisinde kalmaması gerekir.

Bu kompitür hesapları mevcut sıralamaya göre yapılmıştır. Oysa bütün Kur’ân uzmanları, Kur’ân’ın iniş tarihi açısından surelerin böyle sıralanmadığında ittifak içindedirler. Halîfe’nin 19. sûre saydığı Alak Sûresi, gerçekte birinci suredir. Kur’ân’ın iniş tarihi esas alınsa bu sistem çöker.

Son zamanlarda bu çizgide yürümeğe hevesli birçok mühendis ve doktor zuhur etmeğe başladı. Bu hayalcilerden biri de, vaktiyle Türkiye’de terör eylemlerine karışmaktan hapis yatmış olan, şimdi Amerika’da yaşayan bir adamdır. Şifrecilik safsatasını tartışmak üzere çağrıldığım Ceviz Kabuğu programında ilk defa karşılaştığım bu adamın, nefsini putlaştıran biri olduğunu anladım. En ufak bir görgü kuralı tanımıyor, fikirlerinin çürüyeceğini anladığı için sözlerime parazit yapıyordu. Ben kendisini yarım saat dinliyorum, söz bana gelince iki kelime söylesem hemen bir saplantı yapıyordu.

Âyetleri çarpıtıyor, Arapça’da olmayan anlamları âyetlere yükleyip istediği mânâyı çıkarmaya çalışıyordu. İşi o kadar ileri boyuta vardırdı ki Kıyametin, yanılmıyorsam 2180 tarihinde kopacağını, bunun kendisine bildirildiğini söyledi. Çok kurnazca bir iddia. Çünkü nasıl olsa bugün yaşayanların hiçbiri, 2180 tarihine yetişemez. İddiası test edilemez. Kendisine inanan saf akıllılar da olur.

Dedim ki:

– Kur’ân-ı Kerîm, Kıyâmetin ne zaman kopacağını hiç kimsenin bilmediğini ve onun, ansızın vuku bulacak bir olay olduğunu vurgulamaktadır.

“Sana o sâatten soruyorlar: Ne zaman gelip çatacak diye. De ki: 'Onun bilgisi, ancak Rabbimin yanındadır. Onu zamanında ortaya çıkaracak olan yalnız O'dur. O göklere de, yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir.' Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: 'O'nun bilgisi Allah'ın yanındadır. Fakat insanların çoğu (bu gerçeği) bilmezler. De ki: 'Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, kendime çok yarar sağlardım (defînelere sâhibolurdum)'.", "O sâ‘atin ne zaman demir atacağını (gelip çatacağını) sana soruyorlar. Sen onu nereden bileceksin? Onun sonucu (kesin bilgisi) Allah'a âittir." âyetleri, Hz. Peygamber'in de, kıyâmetin ne zaman kopacağını da bilmediğini açıkladığı gibi, “De ki: ‘Göklerde ve yerde, Allah'tan başka kimse gaybı (gizliyi) bilmez. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler’.”, “Gaybı bilmek Allah'a mahsustur. ”, “De ki: ‘Ben, Allah'ın hazîneleri yanımdadır' demiyorum, gaybı da bilmem’... Gaybın anahtarları O'nun yanındadır, onları O'ndan başkası bilmez.” âyetleri de Peygamber’in, geleceği bilmediğini vurgulamaktadır. Hz. Muhammed(s.a.v.)in bilmediğini sen nasıl biliyorsun?

Adam, kendine meğer peygamber payesi biçmiş.

- Gaybı Allah’tan başkası bilmez ama, “Allah gaybını razı olduğu elçisine gösterir.” Bu bana bildirildi.

Bu sözü, peygamberlik iddiâsından başka bir şey değildi. Yüzünde değil peygamberlik nuru ve olgunluğu, sadece kibir ve benlik belirtileri gördüğüm bu adama:

– Yani sen peygamber misin ki bu sana bildirildi? Hz. Muhammed’e bildirilmeyen sana mı bildirildi? Oysa Kur’ân, Allah’ın, kıyâmetin vaktini hiç kimseye göstermediğini ve göstermeyeceğini, çünkü onun ansızın geleceğini söylüyor?

Fakat adam o kadar kendini beğenmiş, öyle bir gurur ve kibir deryasında yüzüyordu ki Hz. Peygamber için en ufak bir saygı ifadesi kullanmaya gerek görmüyordu. “Muhammed peygamber, Peygamber Muhammed” deyip durduyordu.

Tepem attı:

– Yahu dedim, Bakkal Hasan’dan söz etmiyorsun. “Muhammed Peygamber” deyip durma, bir valiye, bakana, cumhurbaşkanına hitabederken “Sayın vali, sayın bakan, sayın cumhurbaşkanı” denilir. Sen Bakkal Hasan’dan söz eder gibi Muhammed Peygamber deyip duruyorsun. Bu ne saygısızlık böyle?

O yine saygısız ve gururlu tutumunu sürdürüyordu. Bir kez programı terk etmiştim, arkamdan yönetici geldi, rica etti, bana söz vereceğini söyledi, döndüm. Ama söz sırası bana geldiğinde adam hemen ikinci cümlemde beni konuşturmama taktiğini uyguladı, sözlerime saygısızca müdahale etti, asabımı bozdu.

Dedim ki:

- Yahu sen bir saat konuştun, ben dinledim. Şimdi söz sırası bende. Bırak ben konuşayım, itirazların varsa sonunda söz alır, konuşursun.

Ama hayır, onda görgü ve saygı diye bir şey yok. Sadece batıl düşüncelerinin çürütülmesini önlemek için müdahale taktiğini uyguladı. Ben de bu kişinin tartışmaya kabiliyetli biri olmadığını; iyi niyetine rağmen yöneticinin de programı usulüne uygun yönetemediğini anlayınca programı terk ettim.

Dediğim gibi son zamanlarda, çeşitli meslek gruplarından –İlâhiyatçı olmayan– hayalciler çoğalmaya başladı. Bunlar hayallerini makaleler ve hattâ kitaplar halinde yayınlıyorlar. Bunlardan biri de Ömer Çelakıl adlı genç bir Tıb öğrencisi. Ondan önce de yine genç bir doktor bir gazetede bu yönde yazılar yayınlamıştı. Onun iddialarının tutarsızlığını bir TV kanalında yanıtlamıştım. Ondan önce de şimdi Allah’ın rahmetine göçmüş bulunan Cenk Koray, “Ondokuz Mu’cizesi” üzerine bir kitap yazmıştı. Bu kitap üzerine kendisiyle birkaç yıl önce Ankara’da TRT televizyonu, Ateş Hattı programında tartışmış ve savlarının tutarsızlığını anlatmıştım. O tartışmayı izleyenler, artık bu işin bittiğini söylemişlerdi ama, demek bitmemiş ki başka alanların uzmanları, hattâ Arapça’yı bilmeyenler, Kur’ân’ın şifresini bulduklarını iddia eder oldular.

Ömer Çelakıl (tam ismiyle müsemma, akıl çelen) adlı yazar, “Kur’ân’ı Kerîm’in Şifresi” diye bir kitap yayınladı. Kitap çok satan kitaplardan. Demek ki insanlar hayallere, efsaneler, gizemlere meraklı ki bu kitaplara bu kadar istek gösteriyorlar. Sanıyorum Cenk Koray da 70 bin satmıştı.

Ömer Çelakıl, hayallerini sergilemeye başlamadan önce 19 mucizesi üzerinde durmakta, Reşad Halife’nin savlarını yinelemektedir:

Kur’ân sûreleri, başlarına konan besmelenin harf sayısına göre kodlanmıştır. Besmelede 19 harf vardır. Her sûredeki âyetlerin sayısı da 19 veya 19’un katıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de 114 sure vardır. Bu 19’un katıdır. 19x6=114 eder.

İyi ama son iki sureyi duâ kabul edip Mushafına almayan sahâbîler de vardır. Ayrıca Tevbe ile Enfâl’i bir tek sure kabul edenler de bulunduğundan bu iki sure arasına besmele konmamıştır. Bunlar nazara alınırsa Reşad’ın ve yandaşlarının sistemi yıkılmaz mı?

Önce Bismillahirrahmanirrahim’in Arapça orijinalinin 19 harfli değil, 21 harfli olduğunu belirtmiştik. Çünkü normalde bâ’dan sonra ismin vasl hemzesi vardır. Fakat gelenekte öyle yazıldığı için yazımda gösterilmemiştir. Ayrıca el-Rahmân’da mimden sonra bir elif bulunur. Bazıları İshak, Rahmân, Osman gibi kelimeleri asıl kuralına göre elifli yazarlar. Çünkü Rahmân kelimesi fa‘lân vezninde bir sıfattır. Aslı el-Rahmân’dır. Demek ki besmele aslında 19 değil, 21 harflidir.

Ayrıca Besmele, Ömer’in sandığı gibi Kur’ân’ın ilk âyeti değildir. Hiç âyet olmayıp, sureleri birbirinden ayırmak için sure başlarına konduğunu söyleyen âlimler de vardır. Zaten besmele, İslâm’dan önce de vardı. ve Araplar işe başlarken ya besmele veya formunda bir cümle söylerlerdi. Böyle iken besmeleyi Kur’ân’ın ilk âyeti saymanın tutarlı yanı var mı? Sadece Neml Suresi’nin 30’ncu âyetinde geçen besmele kesin âyettir. Diğerlerinin âyet olup olmadığı üzerinde görüş ayrılığı vardır. Kisin olmayan şey, bilimsel veri olarak kullanılabilir mi?

Ömer Çelakıl’a göre (Allah aklımızı korusun), Kur’ân’da numara verilmemiş olan besmeleler dahil 6346 âyet vardır. Besmelenin âyetliği kuşkulu ise nasıl her besmeleyi surenin bir âyeti sayar ve bu suretle âyetlerin sayısını kabartır. Oysa Kur’ân uzmanları Neml 30. âyetteki besmele hariç, diğer besmeleleri âyet sayısına katmazlar.

Bu sayı da görecelidir. Çünkü bazıları bazı yerlerde iki âyeti bir âyet, bazıları ise iki âyet kabul ettiğinden sayı değişmektedir. Ed-Dânî Kur'ân'da 6000 âyet olduğunu söyler. Bazılarına göre 6204 veya 6214, veya 6216 veya 6219, Kûfelilere göre 6238, bazılarına göre 6243, bizim tespitimize göre 6256, besmelelerle birlikte 6369, İbn Abbâs'tan bir rivâyete ve Zemahşerî'ye göre 6666 âyet vardır. Şimdi ne oldu yazarımızın sayısı?

Yazar, kendi sanısına göre 6346 âyet vardır, bunların (19’un, 334’le çarpımına eşittir) Görüldüğü üzere âyetlerin sayısı 6346 değil, 6369’dur. Ve bu sayı, 19’un, 334 ile çarpımından çıkan sayı değildir.

Yazar Alak Suresi’nin 19 âyetten oluştuğunu söylüyor. Şu çelişkiye bak. Hem besmeleyi sureye dahil âyet sayıyor, hem de Alak suresinde besmeleyi sureye dahil etmiyor. Çünkü besmele de sayılsa Alak Suresinin âyet sayısı 20 olur ki bu 19 mu’cizecilerinin tezine uymaz.

Nasr Suresi’nde de yine bu tutarsızlık sergileniyor: Nasr Suresi 19 sözcükten oluşuyormuş. Besmele nerede kaldı? Besmele de katılınca bakalım sözcük sayısına: Baştaki izâ (إِذَا), sözcük olmayıp harf edat olduğu halde sureye katılsa dahi 19 değil, 18 sözcük eder. Bütün bağlaçların da sözcük olduğu varsayılıp sayılsa tam 23 sözcük eder. Bir de 4 sözcüklü besmeleyi katarsak 27 sözcük eder. Nerede kaldı 19 sözcük?

Bu iddialar tutarsız, hayali şeylerdir. Bunları Kur’ân’a uyarlamak ve Kur’ân’ı bunlarla şifrelemek saygısızlıktır, cür’etkârlıklıtr, edebe aykırıdır.

Yazar, birbirleriyle ilintili sözcüklerin tekrarlanışından da anlamlar çıkarır. Gûyâ “Halakakum: Sizi yarattı” 16 defa geçiyormuş; “bununla ilgili “kulluk yani ibâdet” de 16 defa geçiyormuş. Araştırdım. Evet “Halakakum” 16 defa geçiyor ama “ibâdet” 9 defa geçiyor. Fakat ibâdet sözcüğünün türevleri pek çok geçer.

Şarap, Arapça hamr’dır. Yazara göre 6 defa geçiyor. Bununla ilgili sarhoşluk da 6 defa geçiyormuş. Araştırdım. Evet hamr altı defa geçiyor ama, bununla ilgili olan sekr 6 defa değil, üç defa geçiyor. Ötekiler sekr değil, sükârâ’dır (sarhoşluk değil, sarhoşlar). Bunlar da katılırsa sözcük 7 defa geçmiş olur.

İşte bu tutarsız savlarla gûyâ Kur’ân’ın şifresini buluyor ve kehanetlerde bulunuyor. Modern anlamda falcılık yapıyor. Ama gelecekten herhangi bir orijinal haber vermiyor. Yaşanmış, söylenmiş olayları, yapılmış keşif ve icatları ele alıp Kur’ân’da bunların vuku bulduğu tarihi çıkarmaya çalışıyor. Yani sonuç belli, O sonuca nasıl varabilecekse öyle hareket ediyor, sayıların sağından giriyor, solundan giriyor, bir ekliyor, 19 ekliyor. İstediği gibi yapıyor. Böyle yaptıktan sonra insan romanlardan da mucizeler çıkarabilir.

Meselâ diyor ki: “Arkasından İsrâîloğullarına şöyle dedik: Firavun’un, sizi çıkarmak istediği arazide siz oturun Sonra âhiret va’di geldiği vakit hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz.” (17/104) Siyah yazılan kısım, katmadır, âyette yoktur.

Âyetin doğru mânası şöyledir: Âyetin öncesinde, suyu geçen İsrâiloğullarının ardından, onları yakalamak için denize giren Firavun’un boğulduğu anlatılır. Sonra İsrailoğullarına hitaben “Onun ardından İsrâîl oğullarına: ‘O ülkede oturun, âhiret zamanı gelince hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz,’ dedik.” buyurulmuştur. Burada kastedilen el-Ard, İsrâiloğullarının, suyu geçtikten sonra kondukları topraktır. Müfessirler bu toprağı Filistin toprağı diye tefsir ederler. Burası Filistin olabilir, doğu Mısır olabilir. Önemli değil.

İşte yüce Allah, İsrâîloğullarına nimetini anımsattıktan sonra “Âhiret va’di, yani randevusu geldiği zaman, hepinizi bir araya toplayacağız.” O zaman zalimler de, mazlumlar da Allah’ın huzurunda toplanıp hesap vereceklerdir. Bir araya getirilecek olanlar sadece İsrailoğulları değil, bütün insanlıktır. Âhiret de dünyadaki bir zaman, Son zaman değil, bu dünyadan sonraki âlemdir. Ama yazarımız âyeti kaydırmış, bir zaman sonra Allah’ın, İsrâiloğullarını bir araya toplayıp bir devlet kurduracağı mânâsını vermiştir. Bu ne cür’ettir. Yani İsrâîloğullarının bir devlet kuracağını Kur’ân 1450 yıl önce haber vermiştir. Eğer Allah böyle yapmış, Kur’ân da bunu bildirmiş ise o zaman İsrâîl’e karşı koyan bütün Filistinliler, çoğunluk Müslümanlar Allah’a âsi olmaktadırlar. Bu nasıl bir cesarettir!

Kaldı ki İsrâiloğullarına bu hitabın yapıldığı zaman İsrâiloğulları dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış değil, bir arada yaşıyorlardı. Daha ne diye Allah, “bir zaman sonra sizi toplayıp bir araya getireceğiz” desin?

Yazar diyor ki: “Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde İsrâîloğulları kelimesi geçmektedir. Fakat bugün bir devlet olarak varlığını sürdüren “İsrâîl” kelimesi, sadece iki surenin birer âyetlerinde geçmektedir. Bunların birincisi Âl-i İmran 93. âyettir:

“Tevrât indirilmeden önce, İsrâîl’in kendisine harâm kıldığı şeyler dışında, İsrâîl oğullarına bütün yiyecekler helâldi. De ki: ‘Doğru iseniz, Tevrât’ı getirip okuyun.’”

Diğeri de yazarın, şifre uygulayacağı Meryem Sûresi, 58. âyettir:

“İşte bunlar; Allâh'ın ni‘met verdiği peygamberlerden, Âdem, neslinden, Nûh ile beraber gemide taşıdıklarımızın neslinden, İbrâhîm ve İsrâîl(Ya‘kûb)in neslinden, yol gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir. Onlara Rahmân'ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı.”

Yazar bu âyete şifresini şöyle uyguluyor:

Sure’nin numarası: 19, İniş sıra numarası: 44, âyet sayısı 98.

19-44-98

Bu sayıların her birinin son rakamlarını alıyor: 9 4 8 =948. Bunun başına da 1 ekliyor. 1948. İşte böylece İsrâîl Devletinin kuruluş tarihi ortaya çıkıyor. İyi de neden sayıların on’lar basamağındaki rakamları attın, neden bunların toplamının başına 1 getirdin? Sen kendi hayalinle bunları yaptın. Buna şifre mi, mu‘cize mi diyorsun:

Yazar, Tûr Sûresini, 2006 yılında dünyaya bir gök taşının çarpacağına işaret görmekle gûyâ orijinal bir kehanette bulunuyor. Ne kehaneti yahu, 15-20 gün önce, yani Eylül 2002 sonlarında bilim adamlarının, dünyaya doğru bir gök taşının gelmekte olduğunu, dünyaya çarpma ihtimali bulunan bu taşın, şayet dünyaya çarparsa bir ülkeyi yok edebileceğini söyledikleri, gazete ve televizyonlar tarafından yayınlandı. Hemen yazarımız onu alıp gûyâ kendisi Tûr Sûresi’nden hareketle kehanette bulunuyor.

Yazarımız Alak Sûresi’nde, 1996 yılında yapılan hayvan kopyalamanın şifresini bulmuştur. Yahu hayvan kopyalama, Kur’ân’ın, şeytanın kandırmasıyla yapılan haram eylemlerden saydığı “Allah’ın yaratma yasasını değiştirme” ve egoyu tatmin çabasından başka bir şey değildir. Allah, şeytan kandırması saydığı bu eylemi, indirdiği Kur’ân’ın daha ilk âyetine şifrelemiş mi? Bu şifrelenecek kadar çok önemli bir şey ise ne diye “Yaratış sistemine aykırı işleri şeytan iğvası saymıştır?”

Hasılı bu tür iddiâlardan Allah’a sığınmak gerekir. Bir kere bu yolu açtınız mı ardı arkası gelmez. Hayaller birbiri üstüne yığılır ve eskilerin bir sürü hurafatı Kur’ân tefsirlerine yığdıkları gibi, şimdiler de bir sürü hayalatı Kur’ân’ı açıklama diye sürdükleri kitaplara yığar, dururlar. Bunlar marazî bir haldir. Tedavisi yine Kur’ân’ın hidayetine teslim olmakla olur.

Eğer yazarımızın böyle marifetleri varsa şifrelerini kullanarak âyetlerden, hiç kimsenin bilmediği keşifler ve icatlar yapsın, güneş sistemimizi aşan uzay araçları icadetsin; yerin bir tarafından girip öteki tarafından çıkan âletler, makineler yapsın, ne bileyim insanlığa büyük kolaylıklar sağlayacak, şimdiye dek kimsenin hatırına gelmeyen icatlar yapsın da biz de kendisini takdir edelim. Nasıl olsa Helikopterin, telefonun, telgrafın şifresi Kur’ân’da varsa, çok yakın zamanda çıkacak çok şaşırtıcı ve şimdiye dek yapılanlardan çok daha önemli, belki şimdi yapılanların, yanında çocuk oyuncağı gibi kalacak araçların, âletlerin de şifrelendiği âyetler vardır. Yazarımız lütfedip bunları bulsa ne kadar büyük hizmet etmiş olur insanlığa.

Birkaç yıl önce de aslında gıyaben sevdiğim Dr. Babuna 17 Ağustos Depremi ile ilgili olarak benzeri iddialarda bulunmuştu. Onunla ilgili olarak bir kanalda ve Dergimizde aşağıdaki açıklamayı yapmıştım. Bu açıklamayı vermek istiyorum, çünkü yazarımız da aynı iddiayı yinelemektedir:

KUR’ÂN ÂYETLERİYLE OYNANAMAZ

Sayın Dr. Oktar Babuna, Akit Gazetesinde yayınladığı bir yazıda 17 Ağustos Depreminin İlâhî bir uyarı olduğunu vurguluyor ve birtakım hayâlî varsayımlara, ebced hesabına dayanarak Zelzele Sûresi’nde bu olayın anlatıldığını söylüyor. Tezini ispat için âyetleri istediği yöne çekiyor.

Birinci görüşü doğrudur. Evet, bu olay, sadece basit bir olay değil, bir uyarıdır. Deprem doğal bir olay olsa da bunun zamanlaması ve belli bir noktadan başlatılması elbette İlâhî bir uyarıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, Lût kavmi, Medyen halkı gibi helâk edilmiş kavimlerin başına gelen âfetlerin, Allah tarafından cezâ olduğunu belirtmekte ve onların kalıntılarından ibret alınmasını vurgulamaktadır. O kavimler de böyle bir depremle, bir kasırga ile, bir doğal âfetle helâk edilmişlerdi. Bu olay da belki o olaylardan daha şiddetli bir doğal âfettir. Bunun zamanlaması elbette insanlara uyarıdır.

Ama Zelzele Sûresi’ni bu olaya uydurmak yanlıştır. Zelzele Sûresi, Kıyâmet olayını anlatmaktadır. Müthiş bir depremle helâk edilecek olan tüm insanların, daha sonra kabirlerinden kalkıp yapmış oldukları eylemlerin sonucunu görecekleri anlatılmaktadır. Sayın Babuna “Yavmeizin yasduru’n-nâsu eştâten li yurav a‘mâlehum: O gün insanlar, ayrı ayrı gruplar halinde (Yüce Dîvâna) sudûr ederler ki, yaptıkları işler kendilerine gösterilsin” yani kabirlerinden kalkarlar meâlindeki 6’ncı âyetinde “sudur ederler” cümlesine, “fırlayıp çıkarlar” şeklinde mânâ vermektedir ki “fırlamak” tabiri âyette yoktur.

Ayrıca Zelzele Sûresi’nden bu yana dünyâda yüz binlerce deprem olmuştur. Daha birkaç yıl önce Meksika’da 20 bin kişinin öldüğü korkunç bir deprem oldu. Zelzele Sûresi neden onlara değil de sadece bu depreme işâret oluyormuş?

Yazara göre “Zelzele Sûresi, Kur’ân’ın 99’ncu sûresi imiş. Bu da depremin 1999 yılında olacağına işâretmiş.

Sûreler Hz. Osman zamanında, daha ziyade büyüklük sırasına göre sıralanıp Mushaf yazılmıştır. Resmî Hz. Osman Mushafında Zelzele 99’ncu sûre ise de, iniş sırasına göre 91’nci sûredir. Esas olan da iniş sırasıdır.

Tutalım ki Zelzele Sûresi 99’ncu sûredir. Bu sayıya bin sayısı nereden eklendi de sûre, 1999’a işâret yapıldı?

Yazara göre Zelzele Sûresi 8 âyettir. Bu da olayın vukubulduğu 8’nci ay olan Ağustos ayına işârettir.

a. Kur’ân indiği zaman Araplar Ay takvimini kullanıyorlardı. Hattâ Kitâb ehli de Ay takvimini kullanırdı. Bütün dini günler bu takvime göre hesabedilirdi. Bu takvim yılının İslâm âlemine göre başlangıcı Hicret olayıdır. Hicrî Kamerî takvim hesabına göre şimdi biz, 1999 yılında değil, 1420 yılındayız. Ağustos ayında da değil, yılın beşinci ayı olan Cemâziyelevvel ayındayız. Acaba neden dini günlerde geçerli olan ve tüm İslâm âleminin kullandığı Hicrî-Kamerî yıl değil de Şemsî-Milâdî yıl nazara alınıyor? Neden bu tür hayallere giriliyor?

b. Yazar Sûrenin başında bulunan Besmeleyi unutuyor. Besmele de bir âyettir ve bazı bilginlere, meselâ Şâfi‘î’nin bir kavline göre besmele, başında bulunduğu sûreye dahil bir âyettir. Besmele hesaba katılırsa Zelzele Sûresi 8 değil, 9 âyet olur. Bazı âyet sayıcıları, birbirine bağlı iki âyeti tek âyet kabul eder. Bu durumda besmele hesaba katılmazsa âyet sayısı 7’ye iner.

Kaldı ki Zelzele’nin 8 âyeti neden 8’nci aya işâret oluyor da 8’nci güne veya yıla işâret olmuyor?

Yazara göre birinci âyetin harflerinin toplamı 17’dir. Bu da depremin Ağustos ayının 17’nci gününde olacağına işarettir.

Bakalım bu hesaplama doğru mu?

ِ ا ذا زل زل ت ال أرض زل زال ه ا : إِذَا زُلْزِلَتْ الْأَرْضُ زِلْزَالَهَا

İzâ zulzileti’l-ardu zilzâlehâ

Görüldüğü üzere harflerin sayısı 17 değil, 20’dir. Yazar, âyeti kendi görüşüne uydurmak için الْ (article olan el)i atmıştır. (Allah korusun bu tür zorlamalardan).

Yazara göre “وَقَالَ الْإِنسَانُ مَا لَهَا: Ve kale el-insanu mâ lehâ” 3’ncü âyet Zelzele’nin üçüncü sâatte olacağına işârettir.

Neden üçüncü günde, haftada, ayda değil de 3’ncü saatte? Varsayımlarla, hayallerle Kur’ân’a mânâ verilir mi?

Şimdi mühendisler, doktorlar müfessirlerin önüne geçtiler, onlar Kur’ân’a mânâ veriyorlar. Yani hastayı doktor değil, mühendis ameliyat ediyor.

Sûrenin 4’ncü âyetinde

“يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ أَخْبَارَهَا: Yavmeizin tuhaddisu ahbârahâ: O gün yer haberlerini anlatacaktır” deniliyor. Bu da dünyâ basınının bu depremden söz etmesine işâret imiş. Ama âyet, yerin kendisinin anlatacağını söylüyor, basının değil.

3’ncü âyet gecenin 3’ncü saatine işâret oluyor da 4’ncü âyet neden 4’ncü bir şeye işâret olmuyor? Yoksa basın ve yayın kuruluşları 4’ncü sâatte mi bu olayı konuşmağa başlamış? Hayır, radyo ve televizyonlar olayı anında haberlerine geçmeğe başladılar.

Bir delîle dayanmayan bu tür iddiâların hepsi hayal ürünüdür.

Eğer Kur’ân, bu evrene göre sadece basit bir deprem olayı olan bu olayın vukuunu haber veriyorsa bu, Allah’ın, binlerce yıl önce insanları belli bir sonuca mahkûm ettiği anlamına gelir.

İnsanlar fay kuşağı üzerinde sağlıksız yapılar yapmasalardı bu kadar zayiat olmazdı. Zelzele, Ayın tutulması gibi doğal bir olaydır. İnsanların hatâsı, onu âfet haline getirmektedir. Kur’ân’ı kendi düşüncelerimize âlet etmeyelim.

Yazara göre “يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ أَخْبَارَهَا(٤) بِأَنَّ رَبَّكَ أَوْحَى لَهَا(٥): Yavmeizin tuhaddisu ahbârahâ. Bi enne rabbeke avhâ lehâ” âyetlerinin ebced değeri de 1999’a tekabül eder.

Evvelâ bu ebced nereden çıktı? Hz. Peygamber ebced falan bilmezdi. Harflere de sayısal değerler vermemişti. Sahâbîler de böyle bir şey söylememişlerdir. Harfleri sayısal değerlendirip bundan gelecek hakkında kehanette bulunmak Yahûdî Kabbalizmine dayanır.

Ne Peygamber, ne de sahâbîleri, âyetlere böyle hesabi anlam yüklememişlerdir.

Eğer gerçekten sûre, bu depreme işâret ediyor ve yazar da bunları daha önce biliyor idiyse neden millete açıklayıp “Ey millet, bu sûrede bu gece saat 3’te deprem olacağı anlatılıyor. Sakın bu gece evlerinizde kalmayın!” diye halkı uyarıp bu kadar zayiatı önlemeğe çalışmadı?

Sûre, kıyâmet olayını, o günün dehşetini anlatmaktadır. Nitekim yine iniş sırasına göre 88’nci sûre olan Hac Sûresi’nin 1-2’nci âyetlerinde Kıyâmet depreminin şiddeti şöyle anlatılmaktadır:

“1- Ey insanlar, Rabbinizden korkun, çünkü (Duruşma) Sâ‘ati(ni)n depremi, cidden korkunç bir şeydir. 2- Onu gördüğünüz gün, her emziren, emzirdiğinden geçer; her gebe yükünü bırakır; insanları sarhoş görürsün, oysa sarhoş değillerdir ama Allah’ın azâbı şiddetlidir (bu dehşetli azâb, onların akıllarını başlarından almıştır.)”

88’nci Sûre’de de anlatılan olay, Kur’ân’ın üslûbu gereği, bundan 3 sûre sonra, yine Mekke’de inmiş olan 91’nci sûrede de değişik bir çeşni ile anlatılmaktadır.

Elbette bu deprem, Allah’ın takdiri ile olmuştur. Ama bu takdir, ayın, güneşin tutulması gibi bir doğal yasadır. Bu değişmez. Zamanlaması, yerinin seçimi Allah’ın hikmetine bağlıdır. Bu da elbette bütün olaylar gibi insanlara ibrettir, uyarıdır. Ama bu tür olayları hemen Kur’ân’da bulmağa çalışmak, Kur’ân’ın bu olaya işâret ettiğini söylemek, şimdi depremin şoku altındaki insanlara heyecan verse dahi, uzun vadede Kur’ân’dan yana kuşkular uyandırmaya neden olur.

Bundan birkaç yıl önce bir on dokuz kodlaması, mu‘cizesi ortaya atıldı. Sonra bunun tutarsızlığı, fosluğu ispat edildi. İddiâ sahibi, tezini ispat için bazı âyetleri uydurma sayacak derecede işi ileri götürmüştü. Âyetlerin harf sayısını hayali biçimde eksiltiyor veya artırıyordu.

Hurûfîler, bu on dokuz sayısına dayanarak kendilerinin peygamberliklerini ortaya atmışlardı.

Şâir Niyâzî de ebced hesabını el-esbât (torunlar) kelimesine uygulayarak Hasan’la Hüseyin’in peygamberliğini iddiâ etmiştir.

Daha başka pek çok kimse yine ebced hesabına dayanarak 1970’te, olmadı 1981’de, olmadı 1991’de büyük bir belânın geleceğini iddiâ etmiş. Ama söylenen olmamış.

Günahtır. Kur’ân böyle falcılıklar için değil, insanları doğru yola iletip dünyâ ve âhiret mutluluğuna erdirmek için indirilmiştir.

Keşifleri, icadları Avrupalılar yaptıktan sonra biz bunların Kur’ân’da bulunduğunu iddiâ ederiz. Vukubulan olayların ardından bunların Kur’ân’da var olduğunu söyleriz. Kur’ân’da var idiyse daha önce neden bunları bulup halka söylemediniz?

Birtakım evirip çevirmelerle Kur’ân’da olmayan hayâlî mânâlar çıkarma yerine, Kur’ân’ın gösterdiği hidâyet ve ilim yoluna sülûk edip çağı yakalamaya çalışmamız gerekir.

Gelelim 4’ncü âyetin sayısal değerine ve âyetin ebced değerinin, gerçekten yazarın iddiâ ettiği gibi 1999 olup olmadığına. Önce Sûreyi yazalım:

إِذَا زُلْزِلَتْ الْأَرْضُ زِلْزَالَهَا(١) وَأَخْرَجَتْ الْأَرْضُ أَثْقَالَهَا(٢) وَقَالَ الْإِنسَانُ مَا لَهَا(٣) يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ أَخْبَارَهَا(٤) بِأَنَّ رَبَّكَ أَوْحَى لَهَا(٥) يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ أَشْتَاتًا لِيُرَوْا أَعْمَالَهُمْ(٦) فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَه(٧) وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَه: 1- Yer o yaman sarsıntı ile sarsıldığı, 2- Yer (bağrındaki) ağırlıklarını çıkardığı, 3- Ve insan: "Ona ne oluyor?" dediği zaman! 4- İşte o gün (yer), haberlerini söyler. 5- Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir (onun için başından geçenleri anlatır). 6- O gün insanlar, ayrı ayrı gruplar halinde (Yüce Dîvâna) çıkarlar ki, yaptıkları işler kendilerine gösterilsin. 7- Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. 8- Ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür. (Zelzele: 91/1-8)

ondokuz

 

4’ncü âyetin ayrık harfleri:

10+6+40+1+700+400+8+4+500+1+600+2+1+200+5+1=2479

4’ncü âyetin harflerinin sayısal değeri 1999 değil, 2479’dur.

Görüldüğü üzere yazarın bütün iddiâları hayaldir, tutarsızdır. Bu tür iddiâlar, felâketlerden rant ve şöhret sağlama düşüncesinden kaynaklanır. Sakın ha dünya çıkarı için yüce Kur’ân âyetlerini hayâllerimize âlet etmeyelim. Yoksa Allah katında bunun hesabını vermek güç ve ağır olur. Allah âkibetimizi korusun!

 

 

   Copyright @ Süleyman Ateş