MÂUN SURESİNİN TEFSİRİ (5)
Pazartesi, 03 Mart 2014 00:00

MÂUN SURESİNİN TEFSİRİ (5)

(...dünden devam)

Yüce Allah, Şûra Sûresinin 13’ncü âyetinde şöyle buyurmuştur: "O, size dinden Nûh'a tavsiye ettiğini sana vahyettiğimizi, İbrâhîm'e, Mûsâ'ya ve İsâ'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun, onda ayrılığa düşmeyin...''

Hamdi Yazır: "Fakat veyl o musallilere, daha doğrusu o namaz kılıyor görünen mü'min görünenlere ki onlar namazlarından sehvet­miş­lerdir, yanılmışlardır" (Hak Dini, Kur'ân Dil: 8/6168) sözüyle bizzat kendisi büyük bir yanılgıya düşüyor. Çünkü âyetler mü'minler veya mü'min görünen münâfıklar hakkında değil, Mekke'deki müşrikler hakkındadır. Mekke'de samimi olmayan mü'min yoktu. Nifâk, yarar sağlamak için kuvvetlilere karşı yapılan ikiyüzlülük, yaltaklanma hareketidir. Mekke'de Hz. Peygamber ve taraftarları, kuvvetli durumda değillerdi ki onlara yaltaklananlar olsun. Olsa olsa karşı tarafa yani kâfirlere karşı yaltaklananlar olurdu ki böyleleri zaten ne mü'min, ne münâfık idi, doğrudan doğruya kâfir ve müşrik idi. Nifâk hareketi, Medine'de ortaya çıkmıştır. Çünkü orada Müslümanlar güçlü idi. Bazı kimseler, toplumdaki çıkarlarını korumak için inanmadıkları halde mü'min görünmüşlerdir. Cumhûrun söylediği üzere sûrenin tamamı Mekke'de indiğine göre bu âyetler münâfıklar hakkında değil, müşrikler hakkındadır. Onların namazı önemsemediklerini, ihmal ettiklerini, yahut kılarken gönül huzuru ve huşu ile değil, gaflet ile, gösteriş için kıldıklarını, zekât da vermediklerini, yoksullara yardım etmediklerini anlatmaktadır ki:"Hayra engel olan (yani mal vermeyen, yardım etmeyen) saldırgan, günahkâr" (Kalem Sûresi: 12) âyeti gibi müşrik karakterini çizmektedir.

Namazdan sehvetmek, namazı önemsememek, gereği gibi ciddi bir görev olarak yapmamak, düzenli değil, vakti dışına çıkararak, huzur ile değil gaflet ile, eğlence türünden kılmak demektir ki bu da şekilden ibâret, gerçek mânâda namaz olmaktan uzaktır. Mevlânâ'nın dediği gibi: "Ser be-zemîn dom be-hevâ: Baş yere, kıç havaya"' bir şekilden, alışkanlık, hattâ eğlence türünden bir şeydir. Nitekim Enfâl Sûresinin 35’nci âyeti de onların, namazı ciddiyetten çıkarıp bir eğlence haline getirdiklerini ifâde etmektedir.

Daha önce de söylediğimiz gibi Araplar, tamamen dinsiz, dinî kültürden uzak insanlar değillerdi. Onlar, kendilerinin, İbrâhîm ve İsmâîl soyundan geldiklerine inanıyorlar ve bu büyük atalarının dininde olduklarını kabul ediyorlardı. Bundan dolayı Kur'ân-ı Kerîm onlara, ataları İbrâhîm'in müşrik olmayıp yalnız Allah'a kulluk eden bir Müslüman olduğunu; İbrâhîm'e en yakın olanların, onun gerçek yoluna uyan Peygamber ile, mü'minler olduğunu (Âl-i İmrân Sûresi: 67-68) Allah'ın, gerek bu son dinde gerek daha önceki dinde inananlara "Müslümanlar" adını verdiğini (Hac Sûresi: 77-78) buyurmaktadır.

Aynı zamanda Araplar, Kitâp ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlarla da temas halinde idiler. Ticaret için gittikleri güney ve kuzey ülkelerde Yahudî ve Hıristiyanlarla temas ediyor, onların ibadet şekillerini görüyorlardı. Medine ve yöresinde de çok miktarda Yahudi, Araplarla yan yana yaşıyor ve onları etkiliyorlardı. Araplar, bu Kitap ehlinden de namaz ve zekâtı duymuş ve öğrenmişlerdi. Kaldı ki bu kadar dinî kültüre âşinâ bir toplum içinde hiç peygamberin gelmediği de kesin belli değildir. Mes­'ûdî fetret devrinde, Hâlid ibn Sinân el-'Absî adlı bir peygamber çıktığını, Hz. Peygamber'in, onun hakkında: "O Peygamber idi. Kavmi onu zâyi etti" dediğini söyler (Murûcu'z-zeheb: 1/64, Beyrût. 1406/1986). İbnu'l-'Arabî de Fusus'ta bu peygamber için bir bölüm ayırmıştır.

(devamı yarın..)