HAL İLMİ (1)
Cuma, 08 Kasım 2013 00:00

HAL İLMİ (1)

Sayın hocam, saygı ve selâmla ellerinizden öperim. 19 Nisan Cuma günkü Tarımtürk televizyonundaki programınızda insandaki halin diğer bir insana geçebileceğinden bahsettiniz. Hal ilmi hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Çok teşekkürler...

Cevap: Bu konuda doyurucu bilgi, İslâm Tasavvufu adlı eserimde mevcuttur. Özet bilgi ektedir.

TASAVVUF İLMİNDE GENEL TERİMLER:

Zühd hareketi mutasavvife diye bir topluluk meydana getirince tasavvuf sistemleşmeğe başladı. Fakihler nasıl fıkıh ve usul-i fıkhı, kelâmcılar nasıl kelâmı sonradan meydana getirdilerse başlangıçta sadece eylem halinde beliren tasavvuf da öteki İslâm ilimleri gibi sonradan bir ilim haline geldi. Bedenî ameller için hükümler konduğu gibi kalbî ameller ve ruhî duygular için de hükümler kondu. Bunların salâh ve fesadından bahseden fıkh-ı bâtın veya ilm-i kurb veya ilm-i ihsan ya da ilm-i tasavvuf diye bir ilim doğdu. Zahirî fıkhın hükümlerini Kur'ân ve Sünnette bulduğumuz gibi bâtınî fıkhın köklerini de Kur'ân ve sünnette bulmaktayız. Fıkhın dışarıdan sokulduğu yerlere tasavvuf içeriden, ruh cephesinden uzandı. Büyük sufîler kalbî hastalıkları, bunların çarelerini, tasavvufun prensiplerini Kur'ân ve Sünnete dayanarak telif ettikleri eserlerde gösterdiler.

İbn Haldun'un da ifade ettiği gibi tasavvuf ilmi ikiye ayrılır:

1. Mücahede ve riyazet ilmi ki buna muâmele ilmi de denir.

2. Perdelerin kaldırılmasından doğan ilim ki buna mükâşefe ve bâtın ilmi de denir.

Birincisi kitaplara yazılıp öğrenilecek âdâb ve erkân çeşidinden olan zahirî bilgilerdir.

İkincisi ledünnî ilimdir. Bunu herkes anlayamaz. Bu ilim kesbî değil vehbîdir. Attar diyor ki: "Sufîlerin ilmi ‘Eddebenî Rabbî: Beni Rabbim eğitti’ cinsinden olup 'allemenî ebî: Bana babam öğretti' cinsinden değildir" (Attâr, Tezkire: ½).

Hazmı güç olan bu ilmi, herkes anlayamaz. İşte insanları yanlış anlayışa sevk etmemek ve sufîlere karşı baskıdan korunmak için mutasavvıflar bu çeşit bilgilerini kapalı terimlerle, remiz ve işaretlerle, îma, temsîl ve icmal (özet) yoluyla anlatmağa, Tanrı sırlarını koruma prensibine sadık kalmağa çalıştılar. "Fakat büyük bir kısmını da söyleyemediler. Çünkü onları ifade edecek tabir yoktur. Tabir ancak müşterek bir mâna veya nisbetten doğar. Mülk âlemiyle melekût âlemi arasında nisbet yoktur. O halde melekût âleminin hallerini anlatmak mümkün değildir. Anlaşılamayan şey nasıl söylenir ve yazılır? Bunlar darb-ı meseller halinde icmalen (özetle) ifade edilse de yine belirsiz kalır" (Şifau's-Sail, s. 55).

Şa'rânî, Cüneyd: "Ehli tarikin sözlerini, ehli olmayanlardan gizler ve fıkıh ile Ebû Sevr mezhebine göre fetvâ vermekle kendini gizlemeğe çalışırdı. Tasavvuf ilimleri üzerinde konuştuğu zaman evinin kapısını kilitler, anahtarını da kalçasının altına koyardı" diyor (el-Yevâkît ve'l-Cevâhir: 2/93, Mısır, 1378 h).

Kelâbâzî'nin rivayetine göre de Cüneyd, Şiblî'ye: "Biz bu ilmi bohçaladık, sardık sarmaladık, bodrumlara gizledik. Sen geldin, onu herkesin önünde açıp ortaya çıkardın" demiştir (et-Taarruf li-mezhebi ehli't-Tasavvuf, s. 172, Kahire).

Ebû'l-Hüseyn en-Nurî, yârâniyle oturmakta olan Cüneyd'in yanına gelip selâm vermiş ve demiş ki:

"– Ey Ebû'l-Kasim, sen onları aldattın, seni minberlere (va'z kürsülerine) oturttular. Ben ise onlara (doğruyu söyledim) öğüt verdim, beni mezbelelere attılar!" (et-Taarruf, s. 174)

Nûrî'nin bu sözü de Cüneyd'in, sözlerini kapalı ifadelerle, ehlinden başkasının anlayamayacağı kinâyeli sözlerle anlattığı, halka anlayamayacağı hakikatleri söylemeyip, insanların kültür düzeyine göre konuştuğu için halkın kendisine saygı gösterdiklerini, fakat hakikati olduğu gibi söyleyen Nûrî'den hoşlanmadıklarını göstermektedir.

(devamı yarın..)