CENNETE KİM GİRER ? (6)
Pazar, 22 Eylül 2013 00:00

CENNETE KİM GİRER ? (6)

(...dünden devam)

Şimdi Peygamber(s.a.v.)in haber verdiği Arş, Kürsî, yedi gök, dış dünyadaki varlıklarıyla anlaşılır. Bunların dış varlığı, algılanarak bilinen cisimlerdir.

Duyusal varlığı şu misal ile anlatalım: Peygamber (s.a.v.) kıyâmet gününde ölümün güzel bir koç şeklinde getirilip cennet ile cehennem arasında kesileceğini, amellerin, terâziye konulup tartılacağını söylemiştir. Şimdi ölümün ve amellerin cisim değil, bir araz (hal, durum) olduğunu ve arazın cisme dönüşmesinin imkânsız olduğunu düşünen kimse, bu haberden, kıyâmette ölümün tamamen yok olacağını düşünür; ölümün aynen kesilen bir canlı gibi yok olacağını gözleriyle görmüş gibi anlar. Gerçekte ölüm, bir hayvan gibi kesilmez ama, kesilen hayvanın varlığından nasıl umut kesilirse, âhirette de ölümden öyle umut kesilir. Yahut eylemler cisim gibi teraziye konulmaz ama terazi burada adâletin simgesidir. Eylemlerin tartılacağını söyleyen haber de eylemlerin, ruh üzerinde bıraktığı ma‘nevî sureti anlatmaktadır. Eylemlerin izleri, âhiretteki Yüce Dîvân’ın adâlet ölçütüyle değerlendirilip sahibine bunların karşılığı verilecektir.

Peygamber (s.a.v.), Matta oğlu Yunus’u, üstünde beyaz kadifeden iki abâ olduğu halde telbiye ederken dağların, onun telbiyesine katıldığını gördüğünü, Allah’ın da ona: "– Buyur ey Yunus!" dediğini işittiğini söylemiştir.

Elbette bu haber, Peygamber’in zihninde beliren bir görüntü varlığı anlatmaktadır. Çünkü Matta oğlu Yunus’un, Peygamber’in varlığından çok önce olan dış dünyadaki varlığı, o zaman mevcut değildi. Ancak Yunus, Peygamber’in duyusuna biçimlenerek görünmüştür. Bu varlık, dış dünya varlığı değil, temessül varlığıdır.

İşte bu hadîsleri, dış anlamıyla değil, işaret ettikleri duyusal varlıklarıyla değerlendirip yorumlamak, Peygamber’i yalanlamak demek değildir.

Gazâlî, varlığın bu beş yönünü misallerle izah ettikten sonra bir haberi, zâhir anlamıyla tasdik etmek nasıl Peygamber’i tasdik ise, hissî, hayalî, aklî, şibhî yönleriyle düşünüp tasdik etmenin de Peygamber’i tasdik olduğunu, bundan dolayı inkâr kastı olmadan nasları çeşitli varlık yönleriyle düşünüp değerlendirmenin küfür sayılamayacağını; kıble ehlinin birbirlerine karşı anlayışlı, hoşgörülü olup birbirlerini küfürle suçlamamaları gerektiğini anlatmaktadır (Faysalu’t-Tefrika beyne’l-kufri va’z-zendaka, s. 34-42).

Bir gazetede, Türkiye'de’ki İslâmî cemâatler üzerine hazırlanan bir araştırma yazısında yer alan aşağıdaki cümleler, Gazâlî’nin yorumuna paralel düşmekte ve dinî grupların birbirlerine bakışlarında hoşgörüye doğru adımların atılmaya başladığı işaretini vermektedir:

"Çoğunluğu en güzel gösteren şey, her grubun kendi sesini yansıtan ve bağımsızlığını simgeleyen dergilere ve radyolara sahibolması. Tek bir İslâm, fakat binlerce farklı anlayış ve milyonlarca farklı düşünen Müslüman var. Artık Müslümanların davranışlarını ve kurumlaşmalarını İslâm'a bakarak okuyamayız.

"Artık Müslümanlar, çevrelerindeki koşullarla diyalog halinde olduklarından İslâm'ın anlamı sabit değildir. Şartlara göre değişiklik arz eder. Külliyat, yoruma açık ve mecazlarla yüklü oluşu nedeniyle, sürekli kazılan, fakat bir türlü dibi bulunmayan bir kaynağı andırıyor."

Konuyu noktalamadan önce bir hususa daha dikkati çekmek istiyorum: Yüce Allah, Zümer Sûresinde kullarına rahmet kapılarını açarak şu sonsuz umudu aşılamaktadır: "(Tarafımdan onlara) De ki: 'Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Allah bütün günâhları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir'."

Zümer Sûresi, Mekke döneminin ortalarında inmiştir. Medîne döneminin ortalarında inmiş olan Nisâ Sûresinin 166. âyetinde ise: "Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar." buyurmuştur.

Bu son âyet, birincideki mutlak mağfireti kayıtlamakta, şirki Allah'ın mağfireti dışında tutmaktadır. Yani şirk dışındaki günâhları dilerse bağışlar ama şirki ancak tevbe ile şirkten vazgeçmekle bağışlar.

(devamı yarın..)