VAHDET-İ VÜCÛD VAR MI, KİTAP VE SÜNNETE UYAR MI? (3)
Pazar, 17 Mart 2013 00:00

 VAHDET-İ VÜCÛD VAR MI, KİTAP VE SÜNNETE UYAR MI? (3)

(...dünden devam)

Vahdet-i vücûd, Hint ve Yunan felsefelerinin Arapçaya çevrilmesi ve Müslümanların diğer milletlerle teması sonucu İslâm tasavvufuna geçmiştir, İslâm’ın öz malı değildir. Hindistan’ın Veda mezhebinin esası panteizmdir. Onların Vedanta adlı kitaplarında yazılı olan şu sözler vahdet-i vücûdun bir ifadesidir: "İlk sebep, çoğalmak isteyerek çoğaldı. Kâinat, Brahma'dan İbarettir. Zira ondan çıkar, onunla olgunlaşır, ona döner. Onun için Brahma'ya tapmak lâzımdır. Örümcek nasıl ağını kurup tekrar toplar, bitkiler nasıl topraktan çıkar, tekrar toprağa döner, insandan kıllar nasıl çıkar, büyürse kâinat da değişmez olan Brahma'dan öyle çıkmıştır, Brahma'nın zatî birliği hiç bozulmaz. Sebepler ve sonuçlar ondan ibarettir. Dalga, damla, köpük vs. gibi denizde meydana gelen şeyler, şekil itibariyle başka başka iseler de hakikat itibariyle birbirinin aynıdır... Brahma birdir, eşi yoktur. Varlıkta şekillenip görünmekle zatından ayrılmaz. O, ruhtur, ruh da odur.

(Hâlbuki ilk mutasavvıflar, ruhun yaratılmış olduğunu, ruh ile Allah arasında hiçbir nisbet ve izafet bulunmadığını söylemişlerdir: "Vasıtîye göre yaratılması ve kabzı cesetlerden önce olan ruh, her yerde bulunabilir." (Sülemî, Hakaik, No. 261, varak 209a.)

Su buza, süt yoğurda çevrildiği gibi Brahma da hiçbir aracıya muhtacolmadan şekilden şekle girer. Güneş birdir, fakat suya yansıyınca çoğalır. Yaratılmamış olan İlâhî ruh da çeşitli suretlerde görünür." (Ferid Kam, Vahdet-i Vücud, s. 27-28)

İşte felsefenin Arapçaya çevrilmesiyle birlikte bu fikir de İslâm dünyasına geçmiştir. Fakat başlangıçta felsefeye iltifat etmeyen, bütün güçleriyle riyazete ve amelî tarafa yönelen ilk mutasavvıflar bu düşünceye sahibolmamışlar, ancak kendi tatbikatlarının bir sonucu olarak fena fillah düşüncesinin son sınırına kadar gelmişlerdi.

Bu fikir, İbnu'l-ʿArabî'nin tesiriyle tasavvufa iyice yerleşmiş, hemen her mutasavvıfta bunun izleri görünmeğe başlamıştır. Fakat bu görüşe karşı çıkan mutasavvıflar da vardır. Alliyyu'l-ārî, te'lif ettiği Vahdet-i Vücûd risalesiyle İbnu'l-ʿArabî'nin sistemine karşı gelmiştir. İbnu'l-ʿArabî'nin vahdet-i vücûdunu en yüksek makam kabul eden Kāşânî'ye karşılık, onun çağdaşı büyük müfessir mutasavvıf Alâu'd-devle Şimnânî ise bunu küfür telâkki etmiştir. Bu yüzden ikisi arasında mektuplaşmalar olmuştur. Abdurrazzak Kāşânî'ye göre bütün makamların sonu tevhîddir. Hâlbuki Simnânî bu anlamda tevhîdi daha aşağı bir makam sayıyor, kulluğu, tevhîdin yerine son makam kabul ediyordu. Ona göre kulluk, kulun velâyet yönünden ilk haline dönmesidir. Hattâ Seyyidu't-Tâife Cüneyd-i Bağdadî'ye: "Bu işin sonu nedir?" diye sorulduğunda: "Başlangıca dönmektir." cevabını vermiştir.

Nakşibendî tarikatının kurucusu Bahau'd-dîn Nakşibend, vahdet-i vücûd hakkında bir risale yazmış ve bu meseleyi gayet tarafsız bir şekilde incelemiştir. O da aşağı yukarı İbnu'l-ʿArabî'nin fikirlerini benimsemiş görünmektedir. Risalede özetle şöyle diyor:

“Varlık Allah'a aittir, Allah'a ait varlık, mertebelere inerek çoğalmak suretiyle kâinatı teşkil etmiştir: "Teaddüd ve çoğalmaya rağmen bütün mertebelerde yalnız mutlak Varlık vardır. Ondan başka bütün mahiyetler, O Mutlak Varlığın şekillere girmesi, örtülere bürünmesidir. Çoğalma ve teaddüd hakikatte değil, sadece görünüşlerdedir.” (Bahāu'd-dîn Nakşibendî, Risāle fî Vadeti'l-Vucūd, Süleymaniye, Dāru'l-Mešnevî, No. 55, varak 60a )

Vahdet-i vücut fikri ilk mutasavvıflarda mevcut değildir. Ma'ruf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdadî, Şeyh Şiblî, Sülemî, Kuşeyrî gibi tasavvuf babalarında böyle bir düşünce görülmemiştir. İlk mutasavvıflardaki fena fillah (Allah'ta yok olma) fikri, gelişe gelişe çeşitli felsefelerin de etkisi altında vahdet-i vücûd şekline dönüşmüş ve bu felsefe, İslâm tasavvufuna hâkim olmuştur. İlk mutasavvıflar, fena fillah fikriyle şühud birliğine (her şeyde Tek Varlığı görmeğe) ulaşmışlardı. Güneş doğunca yıldızlar nasıl kaybolursa, Hakk'ın tecellîsiyle kâinat onların gözünden öyle silinmişti. Aslında eşya vardı, bunu kabul ediyorlardı, fakat aşkın verdiği sarhoşluk ile eşyayı göremiyorlardı, her şeyi Hak görüyorlardı. Bu görüş birliği, ileri götürülünce varlık birliğine erişmiştir.

Sonradan tasavvufa giren bu fikrin doğru olup olmadığı sorununa gelince Allah bilir. Zira yaratan O'dur. Kâinatı yoktan var etmiştir, ama nasıl etmiştir? Öyle mi yaratmıştır, böyle mi yaratmıştır? Bunu kesin olarak bilmek mümkün değildir. Zira hep nazariyeler ibaret olan bu düşünceler, laboratuara konulacak şeyler değildir. Yaşanan hallere göre ileri sürülen nazariyeler de kimseyi bağlamaz. Kudreti sonsuz olan varlık için güçlük yoktur. Nasıl isterse öyle yaratır. Yoktan var eder. İslâm’ın görüşü de budur.

***

 

 

   Copyright @ Süleyman Ateş