KUR’ÂN SEVDASIYLA GEÇEN BİR ÖMÜR (2)
(...dünden devam)
Korkumdan sesimi çıkaramadım, çaresiz dört elle hıfza sarılmaya karar verdim. Artık alışmıştım. Öğle vakti bir saat içinde bir sayfa ezberliyor, akşamleyin bunu tekrar ediyordum. Şafak vakti hoca salâ verip caminin damından aşağı inerdi. Ben de Mushaf koltuğumda camie koşar, dersimi dinletirdim. Ertesi günün dersini alır, sabah namazını da kılar, eve dönerdim.
Gece yarısı mutlaka kalkardım. “Seher vakti insanın zihni açık olur.” derler. Hakikaten gündüz on defa okumakla ezberlediğimi, gece beş dakikada ezberleyebiliyordum. Hem sonra gece bellenen ders, kuvvetli oluyor, unutulmuyor.
Kışın dersimi ahır odasında yapardım. Zaten köylüler kışın ahır odasında otururlar, hemen bütün âile aynı odada ortalığa serilen yataklarda yatarlar. Alt tarafta da hayvanlar yatar.
Yazın bağı bekler, gece dersimi, çıra denilen camsız, fitilli idare lambasının altında yapardım. Rüzgârın söndürmemesi için idareyi tenekenin içerisine koyup onu yastığın başına yerleştirir, Kur’ân’ı da yastığın üstüne koyar, sallana sallana okuyup ezberlerdim.
Okurken çok sallanırdım. Kardeşlerim bana güler, sallanmamam için bazen arkamdan şakacıktan vururlardı.
Perşembe günleri din dersi, yani akait ve namaz meseleleri öğrenirdik. Böylece 21 ayda Kur’ân’ın tamamını ezberlemiştim. Sonbahar gelince babam beni, “Kur’ân’ı şehir ağzıyla okuyabilmem için” Elazığ’a götürdü. Kur’ân kursuna devam edecektim.
Babama her zaman yalvarırdım:
– Baba, beni okula gönder. Bana pantol al. He mi baba? Beni göndereceksin değil mi?
– Evet oğlum, bu okhumayı bitir, sonra...
O yaz Ramazan’da 12 eve mukabele okudum.
Ben hiç ilkokula gitmedim. Yeni yazıyı da kendi kendime Celal’den, Cemal’den babaları Hasan Efendi’den harfleri sora sora öğrendim. Çok kısa bir zamanda.
Babamın amcası oğlu Sait Amca Zaza Mahallesinde otururdu. Babam beni onlara götürdü. Onlarda kalacak ve Kur’ân Kursuna devam edecektim.
Kursa devam ediyorum. Sait Ammimlerde de gidip yatıyorum. Ammimin karısı Saniye Abla, dırdırın birisi. Çok sinirli ve huysuz, temizlik hastası bir kadın. Kalbi temiz kadındı ama ağzı çok bozuktu. Ufak bir hatâ mı görse:
$1–Ulan dağ ayısı kiyülü (köylü)!deyip azarlardı. Gerçi onun sözü kimseye dokunmazdı ama bana dokunurdu.
Sonra her zaman suya gider, takatimin üstünde olan sitilleri doldurmak için kalabalıkta saatlerce beklerdim. Fazla odaları da yoktu. Aynı odada yatıp kalkıyorduk. Karı koca birbirlerini kaba sözlerle haşlamadan, kavga etmeden yatmazlardı. İkisi de birbirlerine her türlü küfrü sallar, ama ertesi günü hiçbir şey olmamış gibi yaşayıp giderlerdi. Kavga, küfür onlar için ilaç gibi olmuştu.
Kışı böyle çıkardık. Yazın Ramazanda 12 eve cüz okudum. Epey para aldım. Eve geldim.
Yazın köye gelir, bağı beklerdim. Kâh bağın sağı tarafından geçen yolcuları izleyerek, kâh alt tarafında şarıl şarıl akan çayın kenarına diktiğimiz söğüt ağaçlarının üstüne çıkıp saatlerce içime dalarak vakit geçirirdim. Çok saf düşüncelerim olurdu. Meselâ çıktığım söğüt dalında elimi yüzüme koyup: “Acaba ben neyim? Bu insanlar, bu dünya nedir? Gördüklerim bir hakikat mi, yoksa hayal mi? Ben gerçekte var mıyım, yoksa bir hayal miyim?” şeklinde düşündüğümü şimdiki gibi anımsıyorum.
Günümüzün çoğu da bitişimizdeki bağ komşumuz Hüseyin Ağa’nın kızı Firuzan ile beraber oturup ev oynamak ve konuşmakla geçerdi. Bazen hep beraber türkü söylerdik. Onu gördüğüm zaman rengim sararır, kalbim çarpardı. Allah’a: “Ya Rabbi, Firuzan’ı bana nasib et!” diye duâ ederdim.
Bu kıza içimden bir sevgi ile bağlı idim. Hep onun yanında kalmak isterdim. Ama bu düşüncelerimden Firuzan’ın hiç haberi olmadı. İçimdeki sevgiyi hiçbir zaman Firuzan’a açmadım. Bazen açmaya niyet ettim, ama açamadım. Aramızda aile farkı vardı. Onlar köyün ağa takımından idiler. Onu almak ümidim yoktu. Onun için sevgimi hep içimde taşıdım.
Bağı bozduk. Yine Elazığ’a geldim. Bu defa Tepeköylü Ahmet Efendi gilde kalıyordum. Köyden ekmek, bulgur, ... gibi yiyecek geliyordu. Bu zat amcam Hurşit Efendi’nin gelini Hatice’nin amcası olur. Allah rahmet etsin, çok iyi, gözü tok bir adamdı. Karısı da cömert, ana şefkatli bir kadındı. Çocukları olmamıştı. Böyle olmalarına rağmen hiçbir zaman rahat uyuyamıyor, rahat yiyemiyordum. İnsanın kendi evi, “Ana ocağı, baba kucağı” olmasa rahat eder mi? Ne ise o kış da öyle geçti.
Ramazan’da “Kel Abdi” gilde kaldım. Onun iki gözü a’ma olan oğlu Mustafa’yı hıfza çalıştırıyordum. Bana ayda 10 lira veriyorlardı. Akşam çalıştırırdım, seher vakti okurduk. Ramazan dışında öğleden önce İzzet Paşa Camiinin üst katına çıkar, orada okurduk. Evvelâ ben üç beş defa okurum, sonra o bir defa okumaya çalışır. Tabii yanlışları olur. Beş defa daha okurum, tekrar o okur, böylece bir sayfayı 10 kez okumakla ağızdan alıp ezberlemiş olurdu. Güçlü bir hafızası vardı. Zor ezberlediği günler canım sıkılırdı, bağırırdım.
$1–Yahu Mustafa kafanı vermisin, bu kadar ohuyoh, ohuyoh sen gine hiç. Böyle olmaz ki... Ben de insanım.
$1–Yahu ne yapayım, elimden ancak bu kadar geli.
Sonradan zavallıya çıkıştığım için üzülürdüm. Öyle ya, ne yapsın çocuk? Gözleri görmüyor! Ezberleyemediyse kabahati ne? Ne ise bir kış devam ettik. Her cüzden galibe 5-6 sayfa ezberletebildim. Sonradan vazgeçtim. Kel Abdi gilde yalnız bir ay, Ramazan ayında kalmıştım. O da Mustafa’ya, ertesi gün camide okuyacağı hizbi (beş sayfayı) ezberletebilmek için.
Köye geldim. Bağı bekledim. Kışın tekrar Elazığ’a geldim. Hafızlık etmek için şehre gelmiş olan Malatacıklı Mehmet ile Nail Bey Mahallesinde bir oda tuttuk. Beraber kalıyorduk. Onun annesi de gelmişti. Bir gece yatakta annesine Kürtçe benim aleyhimde bir şeyler söylediğini duydum. Sabrettim.
Kur’ân Kursu öğretmeni Hafız Mustafa Efendi, babamın asker arkadaşının kardeşidir. Babamı severmiş. Babama Süleyman biraz “Arabî okusun” demiş.Babamın istediği de o zaten. Bir gün Hoca Efendi bana:
$1–Seni Hacı Muharrem Efendi’ye götüreyim, onda Arapça oku, dedi.
Beni aldı, götürdü. Çarşı Mahallesi, Kutlu Sokak’ta üç basamakla giriş kapısına çıkılan beyaz bir eve geldik. Zili çaldı.
Beyaz ve nurani sakallı, şişman, aslan yapılı nur gibi bir zat kapıyı açtı.
$1–Buyurun, dedi.
İçeri girdik. Bizi sol tarafta bir odaya götürdü. Hoca Efendi elini öptü, ben de öptüm. Beni takdim etti.
$1–Hacı Efendi, bu çocuk Hafız Süleyman, Tadımlı. Babası çok meraklı. Siz buna lütfen Arapça okutun.
$1–Okur mu?
$1–Zekidir, okur.
Peki oğlum, sen Çarşamba günü sabahleyin gel, başlayalım. Ulema Çarşamba günü başlarlar. Kitabın var mı?
$1–Hayır efendim.
Çay içtik, bana galiba bir de kitap verdi. Elini öptük, çıktık. Çarşambayı iple çektim. Sabahleyin 7,5 sularında konağın zilini çaldım. Aynı zat kapıyı açtı.
$1–Gel benim hafızım, dedi, beni odaya aldı. Kendisi doğuya bakan odanın makatında sol üst başta oturdu. Ben de onun önüne diz çöktüm. Elimizde Emsile kitabı. Kitabımızı “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek açtık.
$1–Bu Emsile kitabı. Emsileyi alâ rivâyetin (bir rivâyaete göre) Hz. Ali Efendimiz yapmıştır. Onun ruhuna bir Fatiha okuyup dersimize başlayalım, dedi.
Huzur ile bir Fatiha okuduk. Kitabın yüzüne dikkatle eğilmiştim.
$1–Nasara, yansuru narsan...
diye başladı. Bu ses bana çok tatlı geliyordu. Hele özellikle “Nasara fi’l-i mâzî, binâsı ma’lûm, müfred müzekker gâib, mânâsı yardım etti bir gaib er geçmiş zamanda” şeklindeki hitab ve talimleri, ruhumu manevi bir âleme geçiriyor, kulağımda pek tatlı yankılar bırakıyordu. Ondan sonra çok uzun zaman ne kadar derse başlasam, çoğu kez o Hacı Babam’dan aldığım ilk derslerde hissettiğim tatlı âlem gözümün önünde canlanırdı.
Mehmet’le beraber ancak bir veya iki hafta durabildim. Çünkü haylaz, havai bir çocuktu. Ders okumakta gözü yoktu. Gözü oynamakta ve sinemaya gitmekte idi. Ben ise henüz sinemaya bir defa bile gitmemiştim. Bu oğlun beni de yoldan çıkarır korkusuyla ondan ayrıldım.
$1–Galiba tekrar Ahmet Efendi gile veya Sait Amcam – Saniye Ablam gile yerleştim. O kış da öyle geçti.
Ertesi sene babam, kardeşim Alaattin’i de marangozluğa verdi. Sirke Hoca’nın oğlu Hafız Ömer’in9 yanına koydu. İkimize bir oda tutmuştu. Nail Bey Mahallesinde, Malatacıklı Ahmet Ağa’nın evi. Bahçe tarafında alt kat, kuytu bir yer. Sol duvarın içinde eski zaman tipi büyükçe bir ocak ve sağ köşede bir çark (yıkanma taşı) bulunuyordu. Aslında burası mutfaktı. Yalnız olarak girmekten korkardım. Köyden tandır ekmeği,bulgur, vs. getirirdik. Akşamları haşıl bir pilav pişirir, zorla boğazımızdan aşığı tıkmaya çalışırdık ve hemen yatardık. Sabahları da ocağı üfleye üfleye yaktığımız ateş üzerinde henüz su kaynamadan içine attığımız is kokulu çayı içerdik. Çaya yalnız bir şeker atıyor ve çöple karıştırıyorduk. İki şeker atmaya para mı yeterdi?
Bir gün rahmet Amcam gelmişti. Sabahleyin tanımladığım çayı kaynattık. Sofrayı kurduk. Bizim bardaklarımıza birer şeker attık. Amiminkine iki şeker... Ammim:
$1–(Bir yudum içtikten sonra) benimkine bir şeker daha at, çok tatsız, dedi.
Elim titreye titreye bir şeker daha attım. Çünkü paramız yoktu. Harçlık olarak haftada elimize ancak 25 kuruş ve 50 kuruş geçiyordu. Babamın imkânı bu kadardı.
Nihayet bizim perişan halde yaşadığımızı anlayan Alaattin’in ustası Ömer Efendi, bizi kendi evine aldı.
O kış onlarda kaldık. Köyden yiyeceğimiz geliyordu. Halise Hanım yemeği pişiriyor, ve hep beraber yiyorduk. Bize kendi çocukları gibi bakıyorlardı. Buna mukabil babam da köyden getirdiği yiyecekler yanında Hafız Ömer’in ufak baş birkaç davarını kış boyunca köyde besledi. Yazın onlar bahçeye göçünce oraya getirdi.
Derslerime devam ediyordum. Hacı Efendi bana olağanüstü özen gösteriyordu. Verdiği bütün Arapça derslerin Türkçelerini gayet okunaklı ve açık olarak yazıyordu. Bahara doğru İzzî’yi bitirmiş, Avâmile çıkmıştım.
Alaattin’i9n ustasının Yığiki’de bahçesi vardı. Yaz olunca oraya göçer, güzün tekrar dönerler. Biz de onlarla beraber bağa gittik. Büyük kardeşi Fahri’nin bağı da onlarınkinin biraz berisinde. Fahri Usta’nın küçük kızı Nevriye ile bir iki defa karşılaştık. Yalnız kaldığımız bir gün bana saçlarını taramama müsaade etti. Tararken:
$1–Ne kadar güzel tarıyorsun diyerek bana eğilimini bildirdi.
Konuşa konuşa birbirimize karşı sevgi beslemeğe başladık. Evlerin üst tarafındaki çayın içinde içinde akan çeşme çok soğuk ve güzeldir! Herkes oradan su almaya gelir. Ramazan günleri iftara yakın su almak bahanesiyle ikimiz de çeşmeye gelir, konuşur, konuşurduk. O bana, birbirimize kavuşmamız için duâlar öğretirdi. Ama ben bu duâları hiç yapmazdım. Çünkü ona karşı ciddi bir sevgim yoktu. Sever görünür; gönül eğlerdim.
O sene Ramazanda Hacı Efendi’nin bacısı Lütfiye Hanıma da Cüz okudum. Hacı Efendi beni aldı, hemşiresi Lütfiye Hanım’a götürdü.
$1–-Lütfiye, sana küçük Hafız’ı getirdim, cüz’ünü okuyacak, dedi.
$1–Çok iyi Hacı Efendi, çok memnun oldu.
Her gün kuşluk vakti gider, Lütfiye Hanım’ın evinde cüz okurdum. Kendisi ve bir iki komşusu Mushafı açıp takibederdi. Kızı Güler de ya pencerede oynar veya evde dolaşırdı.
Yazın köye gelir, bağı beklerdim. Sol yanından geçen yolcuları seyreder, kâh üst tarafından şarıl şarıl akan çayın kenarına diktiğimiz söğüt ağaçların üstüne çıkıp saatlerce içime dalarak vakit geçirirdim. Çok saf düşüncelere dalarım. Meselâ çıktığım söğüt dalında elimi yüzüme koyup: “Acaba ben neyim? Bu insanlar, bu dünya nedir? Gördüklerim bir hakikat mi, yoksa hayal mi? Ben hakikatte var mıyım, yok muyum, yoksa ben bir hayal miyim?” şeklinde düşündüğümü anımsarım.
Bağı bozduk, tekrar Elazığ’a geldim. Bu defa Tepeköy’lü Ahmet Ağa’nın evinde kalıyordum. Köyden ekmek, bulgur, … gibi yiyeceğim geliyordu. Bu zat, Amcamın gelininin amcası olur. Allah rahmet eylesin, çok iyi ve gözü tok bir adamdı. Karısı da cömert, ana şefkatli bir kadın. Böyle olmalarına rağmen hiçbir zaman rahat uyuyamıyor, rahat yiyemiyordum. İnsanın kendi evi, “baba ocağı, anne kucağı” olmasa rahat edebilir mi? Ne ise, o kış da öyle geçti.
Ramazan’da “Kel Abdi” derler, servetinin kökeni karanlık bir bakkalın evinde kaldım. Onun, iki gözden ama olan oğlu Mustafa’yı hıfza çalıştırıyor, ona Kur’ân’ı ezberletiyordum. Bana ayda 10 lira verirlerdi. Akşamları çalıştırırdım, seher vakti okurduk. O gün ezberlediklerini camide mukabele okurdu.
(devamı yarın..)
|