KUR’ÂN SEVDASIYLA GEÇEN BİR ÖMÜR (1) PDF 
Pazartesi, 13 Mayıs 2024 00:00

KUR’ÂN SEVDASIYLA GEÇEN BİR ÖMÜR (1)

Ailenin en son çocuğuyum. Diğer kardeşlerim büyükten küçüğe doğru Nurettin, İzzet, Şakire, İsmail (sekiz yaşında iken ölmüş) ve Alaattin. Sonuncusu da ben. Dedemden sonra dünyaya gelmiş olduğumdan bana dedemin adını vermişler: Süleyman.

Yaz günleri de günümüz, köyün alt tarafındaki çay kenarındaki bağ ve bostanda geçiyordu.

5-6 yaşlarına gelmiştim. Dedemin ismini taşıdığım için Babam, saygı için bana, kendi babasının ismiyle “Süleyman!” diye hitabetmez, “Baba” derdi.

Köye Şükrü Hoca adlı Kinederiç köyünden bir hoca tuttular. Hoca hem namaz kıldıracak hem de çocuklara Kur’ân okutacaktı.

Babam benden büyük oğullarını köy hocasına götürdüğünde “Hoca eti sana kemiği bana” dermiş. Bereket versin beni çok sevdiği ve herhalde deneyimlerinden de ibret aldığı için götürdüğü sırada hocaya: “Hoca, eti sana kemiği bana demedi.”

Alaattin’le beraber elimizde supara (Kur’ân elifbası) hocaya gidip geliyoruz. Alaattin heceyi sökmüş, benimse bir türlü aklım ermiyor. Tabii ikimizin arasında üç yaş fark var. Ama hocaya beraber başladık. O okuyor, ben de onun peşinden gidiyorum. Hocamız öyle sinirli, huysuz biri değildi, çok merhametli bir insandı; beni dövmüyor, fakat tehdidediyordu: “– Okhumazsan kulağını çekerim. Bakh bu çalışi, sen geri galisin.” Diyordu.

Üç ay sonra (Kaf) Suresine çıktık. Artık heceyi bıraktık, kelime kelime okuyoruz. Kur’ân’a çıkar çıkmaz bir mu’cize oldu: Ben gayet iyi okuyordum, kardeşim ise kekeliyor, benim ağzımdan alarak ardımdan geliyordu.

İki gün sonra hoca dersimizi ayırmak zorunda kaldı. Çünkü o benimle beraber gelemiyordu. Geride kaldı. O kış Kur’ân okumayı öğrenmiş, yaza doğru tecvide başlamıştım. Ama tecvidden hiçbir şey anlamıyordum.

Yaklaşık 8 yaşıma girmiştim. Kışın köye aslen Malatacık köyünden olup 15 yıl Ballıca Köyünde imamlık yapmış olan Hafız Şükrü Efendi’yi imam tuttular. Uzunca boylu, siyah sakallı, esmer tenli, zayıfça bir adam. Köylü bu hocayı tuttuklarına çok sevinmişti. Haklı idiler. Çünkü bu hoca, Ballıca’da 15 tane hafız yetiştirmişti. Burada belki daha çok yetiştirirdi. Babamın öteden beri amacı, bir oğlunu tam hafız yapmak idi. İzzet Ağabeyim yarıda bırakmıştı. Alaattin zaten ezberleyecek durumda değildi, pek okumaya yüzü yoktu. Demek ki bu iş bana düşüyordu.

Hoca ile görüşmüş, beni hafızlığa başlatmaya karar vermişler. Kadir adlı bir arkadaşım daha vardı. O da benimle beraber başlayacaktı. Ertesi gün hocanın önüne vardık, diz çöktük. Bize denemek amacıyla “Subhanellezî esrâ...”nın birinci sayfasını ezberlememizi emretti.

Eve gittim, çalışmaya başladım. İçim istemiyordu. Babamdan da korkuyordum. Kaçıp kurtulacak bir yerim de yoktu. Yatsıya kadar istemeye istemeye sayfanın ancak yarısını ezberleyebilmiştim. Sabahleyin hocanın önüne gittik, yanlış yunluş okuduk. Kadri de benden iyi değildi. Hocanın canı sıkıldı. “Çalışmamışlar” dedi.

İzzet Ağabeyim:

– Hoca Efendi bunlar yeni başlıyorlar, bir sayfa çoktur, dedi.

– Yokh canım, iki günden beri bir sayfa çokh değil. Zaten çalışmiler dedi.

O gün gemi azıya aldım, ne olursa olsun okumayacaktım. Herkes yatmıştı. Annem Babam kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı:

Annem: – Çocukh ohuyami, öbürlerini öyle ettin. Bırakh.

Babam: – Neyi okhuyami gız. Kadri okhi de bu niye okhuyami?

Annem: – Öğleden beri ağli, derde vereme mi getireceksin?

Babam: – Sen garışma, okhuyacakh çare yokh. Sen ona ög verisin.

Ben dayanamadım, anneme güvenerek Babama itiraz ettim:

– Okhumayacam işte, gitmeyecem sabahtan.

– Senin dişlerini ağzına tökerim okhumazsan. Ne demek okhumam? Okhuyacakhsın.

(devamı yarın..)

 

 

   Copyright @ Süleyman Ateş