Azab kelimesinin anlamını ve Kur’ân’daki anlatımını açıklar mısınız (2)

Yüce Allah, peygamber gönderdiği her ülke halkını be'sâ' ve darrâ' ile denemiştir. Be‘sâ' beden hastalıkları, darrâ’ da fakirlik ve benzeri sıkıntılar olarak açıklanır. Akıllarını başlarına alıp kendisine yönelmeleri için Allah onları, çeşitli hastalıklarla, darlıklarla sıkıştırmıştır.

Bunlarla yola gelmeyince bu kez de iyiliklerle denemiş, hastalık yerine sağlık; fakirlik yerine bolluk; sıkıntı yerine sevinç vermiş; ni‘met­lerle denemiş; çoğalmışlar, malları artmış, yine ibret almamışlar: "Atalarımıza da sıkıntı ve bolluk erişmişti. Dünyada insan sıkıntı da çeker, bolluk da. Bunları insanın başına getiren zamandır (felektir)”, deyip bunların, kendilerine Allah'ın bir sınavı olduğunu anlamamış, O'na yönelmemişlerdir. Yüce Allah da hiç farkına varmadıkları bir sırada birden bire onları yakalamıştır.

Allah'ın yakalaması, canlarını almasıdır. İnsan ölmeyecekmiş gibi nefsinin tutsağı olarak yaşarken birden ölüm kendisini yakalar, dünya yaşamı sona eren can bedenden alınır. Fakat mü'min, olaylardan ibret alır. Allah'ın Elçisi (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Mü'minin hali ne güzeldir! Allah’ın, başına getirdiği her şey onun için hayırlıdır. Eğer Allah onu sıkıntıya soksa sabreder, bu kendisi için hayırlı olur; eğer Allah ona sevinç verse şükreder, kendisi için hayırlı olur." (Müslim, Zühd: 64; Dârimî: Rikak: 61;…)

99. âyette Allah'ın tuzağından, yalnız ziyana uğrayanların emin olacağı vurgulanıyor. Bu, büyük bir uyarı ve kınamadır. Akıllı kişiler Allah'ın cezasından korkarlar, her zaman O'na iltica ederler. Ama bahtsızlar, Allah’ın cezasına inanmadıkları için O'nun cezasını hiç düşünmezler, sonlarından emin gibi yaşarlar. Hasan-ı Basrî şöyle demiş: "Mü'min ibadet eder, korkar, titrer; fâcir isyan eder, sonundan emindir."

Birden bire geldiğinden dolayı Allah'ın azâbı mekr olarak isimlendirilmiştir. Âdetâ onlar, hiç farkına varmadan, hareketleriyle Allah'ın tuzağına düşmüş olmaktadırlar.

100– Böyle isyân içinde hayatlarını geçirenlere, önceki milletlerden kalan harabelerin, kendilerini hiç mi düşündürmediği kınama tarzında soruluyor. Allah'ın depremleriyle yerle bir olmuş sarayları, helâk edilmiş milletlerin harâbe­lerini; dilediği takdirde Allah'ın, kendilerini helâk edeceğini; onlara yaptığını bunlara da yapacağını düşünmediler mi? Akıllı insan, şu dünyaya nice insanların, nice padişahların gelip geçtiğini; malım, mülküm diye üzerine titrediği şeyleri bırakıp gittiklerini; herşeyin Allah'a âidolduğunu düşünür, Allah'a yönelir.

201– Acı azâbı görünceye kadar da ona inanmazlar. 202– Azâb onlara öyle ansızın gelir ki, onlar hiç farkında olmazlar.” (Şu‘arâ: 47/201–202)

Bu âyetlerde de inkârcıların, başlarına azâp gelmedikçe inanmayacakları, geleceğini ummadıkları için alay ettikleri o azâbın, hiç farkına varmadıkları, beklemedikleri bir zamanda ansızın başlarına geleceği vurgulanıyor.

Azâb ile alay edenler, birden bire onunla karşılaşınca pişman olur, eyvâh ederler: “Allah’ın huzûruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten ziyana uğradı(lar). Nihâyet kendilerine ansızın o sâ‘at gelip çatınca, günâhlarını sırtlarına yüklenmiş olarak: ‘Hayâtta (iyi işler yapmaktan) geri kalıp günâh işlememizden ötürü vah bize!’ dediler. Bakın, ne kötü şeyler yüklenip taşıyorlar!” (En‘âm: 55/31)

Burada geçen sâat, Kıyâmet sâati olarak tefsîr edilirse de doğrusu, bu sâat, inkârcıların başlarına gelecek ânî bir felâket ve felâketlerin en büyüğü olan ömrün tükenme sâatini işâretlemektedir. İnsan dünyaya dalmış, hiç ölmeyecekmiş gibi davranırken birden bire ömür sona eriyor, ölüm gelip çatıyor, süre bitiyor. Bu, herkesin başına gelen bir olaydır. Kur'ân, herkesin başına gelen bu olayı onlara hatırlatıyor ki öğüt alsınlar. Çünkü bu olay, er geç kendi başlarına da gelecektir. Ama Kıyâmet onlar için çok uzak olabilir. Nitekim Kur'ân'ın ilk muhatabı olan peygamber devrindeki müşrikler, Kıyâmeti görmemişlerdir, Kıyâmetin daha ne zaman geleceğini de Allah bilir. Ama ölüm sâati herkese olduğu gibi onlara da gelmiştir. İşte Kur'ân, hayâtlarında mutlaka başlarına gelecek olayı hatırlatarak onları uyarıyor.

Ömürlerinin tükendiğini görenler, koca bir ömrü boşa harcayıp güzel işler yapmadıklarına yanarlar: "Yapmadığımız güzel amellerden dolayı vâh bize!" derler. Günahlarını da sırtlarında taşırlar. Taşıdıkları şeyler utanç yüküdür. Ne kötü şeyler taşıyorlar! Süddî şöyle demiş: "Her zalim adam kabre girdiği zaman kara yüzlü, kötü kokan, kirli giysili bir adam da onunla beraber kabre girer. Bu kimse o adamı görünce:

–Senin yüzün ne kadar çirkin! der. O da:

–Senin yaptığın işler de böyle çirkindi, der.

–Sen ne kadar kötü kokuyorsun! der. O da:

–Senin yaptığın işler de böyle kokuyordu, der.

–Senin elbisen ne kadar kirli! der. O da:

–Senin işlerin de böyle kirli idi, der.

–Sen kimsin? der. O:

–Ben senin yaptığın işlerim, der.

O adam onunla beraber kabirde kalır, Kıyamet günü dirildiği zaman ona:

–Ben seni dünyada lezzetlerle, şehvetlerle taşıyordum, bugün de sen beni taşıyacaksın, der ve sırtına biner. Onu sürer, nihayet ateşe sokar. İşte yüce Allah'ın: “Onlar, günahlarını sırtlarında taşıyorlar, bakın ne kötü şeyler yüklenip taşıyorlar!” sözünün anlamı budur (İbn Kesîr, Tefsîr: 2/130). (devamı yarın...)

 

 

   Copyright @ Süleyman Ateş