Rüya yorumu şirk mi (1)

Rüya yorumu şirk mi (1)

Merhaba Hocam, size birkaç sorum olacak.
 

1) Rüyalardan anlam çıkarmak şirk midir?
 

2) Rüyalardan çıkarılan anlamlar var ya, bunun kaynağı nereden geliyor?

Bunlar uydurma mı, yoksa gerçek mi?
 

Şimdiden teşekkürler Hocam, Allah yardımcınız olsun.

Cevap: Sorunuza hayret etmemek mümkün değil. Nereden bu yargıya vardığınızı bilemiyorum. Rüya yorumu şirk değil, Kur'ân'ın açık ifadesiyle Hak vergisi bir bilim dalıdır. Yusuf Suresinde Hz. Yusuf'un gördüğü rüyayı babası gayet güzel yorumlamış, bu rüyayı kardeşlerine anlatmamasını, aksi takdirde kendisini kıskanıp hakkında kötülük yapabileceklerini söylemiştir. Yusuf'un gördüğü rüya aynıyla çıkmıştır. Nitekim Yusuf bakanlık mevkiine gelip de babasını ve ailesini Filistin'den Mısır'a getirince "Babacığım, dedi, işte bu, önceden (gördüğüm) rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçek yaptı..." (Yusuf: 100) demiştir.

Ayrıca Yûsuf zindan arkadaşlarının gördükleri rüyaları yorumlayıp birisinin kurtulup Kralın sakisi olacağını, ötekinin de asılacağını söylemiştir:

"Onunla beraber iki genç daha zindana girdi. Onlardan biri dedi ki: ‘Ben düşümde şarap sıktığımı görüyorum.’ Öteki de: ‘Ben de, görüyorum ki başı¬mın üstünde ekmek taşıyorum, kuşlar ondan yiyor. Bunun yorumunu bize haber ver, zira biz seni güzel davranan(iyi rüya yoran)lardan görüyoruz." dedi... Ey zindan arkadaşlarım, biriniz (eskisi gibi) yine efendisine şarap sunacak, diğeri ise asılacak, kuşlar onun başından yiyecek. Sorduğunuz iş (bu şekilde) kesinleşmiştir." (Yusuf: 36, 41)

Yine Yusuf, zindanda iken kralın gördüğü bir rüyayı da yorumlamış ve bu yorumu kendisinin zindandan çıkıp bakanlığa yükselmesine neden olmuştur. İşte olayı anlatan âyetler:

"43-(Bir gün) Kral dedi ki: ‘Ben, düşümde yedi semiz inek görüyorum, bunları yedi zayıf inek yiyor. Ve yedi yeşil, yedi de kuru başak (görüyorum). Ey efendiler, eğer siz rüya ta‘bîr ediyorsanız bu rüyamın ta‘bîrini (yorumunu) bana anlatın."

44-(Yorumcular) dediler ki: "Bu, karışık düşlerden ibarettir. Biz, karışık düşlerin yorumunu bilmeyiz."

45-(Zindandaki) İki kişiden kurtulan (adam), uzun bir süre sonra (bu olay üzerine Yûsuf'u) hatırladı da dedi ki: "Ben size onun yorumunu haber veririm, hemen beni (zindana) gönderin."

46-(Zindana, Yûsuf'un yanına geldi, dedi ki): "Yûsuf, ey çok doğru söyleyen, bize şu rüyayı çöz: Yedi semiz ineği, yedi zayıf (inek) yiyor ve yedi yeşil, yedi de kuru başak (neyi gösterir)? Umarım ki senin yorumunla insanlara dönerim, onlar da bilirler."

47-(Yûsuf) Dedi ki: "Siz, âdetiniz üzere yedi yıl (ürün) ekersiniz. Biçtiğinizi başağında bırakırsınız, ancak yiyeceğiniz az bir miktar(ı alırsınız, gerisini depolarsınız)."

48-"Sonra onun ardından yedi kurak (yıl) gelir ki (tohumluk olarak) sakladığınız az miktar dışında, o yıllar için önceden biriktirdiklerinizi yiyip bitirir."

49-"Sonra onun ardından bir yıl gelir ki, o yılda insanlara bol yağmur verilir ve insanlar o yıl (bol bol meyve) sıkarlar (hayvan sağarlar)."

54-(Elçi bu yorumu getirince) Kral: "Onu bana getirin, dedi, onu kendime özel (dost) yapayım!" Kendisiyle konuş(up ondaki olgunluğu gör)ünce (Yûsuf'a): "Sen, dedi, artık bugün yanımızda mevki sahibi, güvenilir(bir kimse)sin.

55-(Yûsuf, krala): "Beni ülkenin hazîneleri üstüne bakan yap. Çünkü ben (onları) iyi korur, (yönetmesini) iyi bilirim." dedi.

56-Böylece biz Yûsuf'a o ülke'de iktidar verdik. Orada dilediği yerde konaklardı. Biz, dilediğimiz kimseye rahmetimizi ulaştırırız, güzel davrananların ecrini zayi etmeyiz." (Yusuf: 43-49, 54-56)

Birçok filozofa göre rüya, hayal ufkunda ortak duyuya düşen şeklin izlenimidir. Sâdık rüya, ruhun melekût âlemiyle ilişki kurmasıyla olur. Beden yönetiminden boşalan rûh, ilişkili olduğu melekût âlemine çıkar, oradan mânâlar alır. Muhayyile (hayal gücü) onları uygun biçimlere sokarak ortak duyuya gönderir, böylece rüya görülür. Büyük mutasavvıfların bazıları da buna yakın bir görüş ileri sürmüşlerdir. Rüya, hayal denen bağımlı misâl mertebesindendir. Hayal, bazen küllî ve cüz’î mânâları algılayan göksel akıllardan ve konuşan rûh(insan)lardan etkilenir. O zaman o mânâlara uygun şekiller görünür. Bazen de hayal, yalnız cüz’î mânâları algılayan vehim güçlerinin etkisinde kalır. O zaman hayalde bunlara uygun şekiller belirir. Bu da ya dimağ bozukluğundan, ya da ruhun vehim gücüne ağmasından ileri gelir. Meselâ sevgilisinden ayrılan kimse onu düşünür, düşünür, sonunda onu görür.

Âlûsî’nin aktardığı mutasavvıf görüşlerinin bu son kısmı, şimdi bilinçaltının, uykuda bilince çıkması şeklinde açıklanmaktadır.Âlûsî’ye göre rüya, İlâhî vahyin ilk başlangıcıdır. Çünkü vahiy, meleğin inmesiyle olur. Melek de önce hayal mertebesine, sonra duyuya iner (Rûhu’l-ma‘ânî: 2/10-11; Süleyman Ateş, İşârî Tefsîr Okulu, s. 253-254).

Hz. Peygamber(s.a.v.)e vahiy, sâdık rüya şeklinde başlamıştı. Kendisinin gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi çıkardı. Sâlih rüyayı,“Peygamberliğin 46 cüz’ünden bir cüz’” (Buhârî, Ta’bîr: 4; Müslim, Ru’yâ: b. 1, h. 8. Kimi rivâyetlerde sâlih rüyanın, nübüvvetin 70 cüz’ünden bir cüz’ü (Müslim: Ru’yâ: b. 1, h. 9) sayan Peygamber (s.a.v.) rüyayı üçe ayırmıştır: “Rüya üçtür: Biri Allah’tan müjde, diğeri hadîs-i nefs, bir diğeri de şeytandan bir korkutmadır. Biriniz hoşlandığı bir rüya görürse onu dilediğine söylesin. Fakat hoşlanmadığı bir şey görürse onu kimseye söylemesin, kalkıp namaz kılsın. Ben ğull’ü sevmem, kaydı severim. Kayd, dinde sebat demektir.” (Ğull: boyna geçirilen halkadır. Kayd ise, bağ demektir.)

“Biriniz sevdiği bir rüya görürse o, Allah’tandır; yüce Allah’a hamdetsin ve onu söylesin. Fakat hoşlanmadığı bir rüya görürse o şeytandandır. Kovulmuş şeytandan ve o rüyanın şerrinden Allah’a sığınsın ve onu kimseye söylemesin. O rüya kendisine zarar vermez.” (Buhârî, Ta‘bîr: 4 (Ta‘bîr, bâbu ru’yâ’s-sâlihîn), 46; Müslim, Ru’yâ: 4) Başka bir hadîslerinde de Allah’ın Elçisi (s.a.v.): “Biriniz sevmediği bir rüya görürse üç defa soluna tükürsün, kovulmuş şeytandan Allah’a sığınsın; üzerine yatmış olduğu yanından öbür yanına dönsün.” (Aynı kaynaklar ) buyurmuşlardır.

Âlûsî, Yûsuf Sûresi’nin 4. âyetinin tefsîrinde Muhyi’d-dîn Nevevî’nin şu açıklamasını aktarıyor: “Yüce Allah, uyanık insanın kalbinde olduğu gibi, uyuyanın kalbinde de birtakım düşünceler yaratır. Bu düşünceleri meleğin ilhamiyle insana duyurursa o, rüya; şeytanın fısıldamasıyla duyurursa o, hulüm’dür. Allah’ın Elçisi (s.a.v.): ‘Rüya Allah’tan, hulüm şeytandandır. Biriniz, hoşlanmadığı bir hulüm (düş) görürse üç kez sol tarafına tükürsün ve o düşün şerrinden Allah’a sığınsın. O hulüm kendisine zarar vermez.’ (Buhârî, Ta‘bîr: 4, 14; Müslim, Ru’yâ: 1) buyurmuştur.” (Rûhu’l-Ma‘ânî: 12/181)

“Biriniz rüyada korkarsa ‘Gazabından, cezasından, kullarının şerrinden, şeytanların dürtüklemelerinden ve yanıma uğramalarından, bütün tam kelimeleri ile Allah’a sığınırım’ dediği takdirde korktuğu şey kendisine zarar vermez.” ( Tirmizî, Da’avât: b. 94, h. 3528; Kenz: 15/365)

Bir bedevî geldi:
“– Ya Resulallah, dedi, ben rüyada başımın vurulup yuvarlandığını gördüm, ardından koştum. Allah’ın Elçisi buyurdu ki:

“– Şeytanın, uykunda seninle oynamasını halka söyleme!” (Müslim, Ru’yâ: b. 2, h. 15)
Hadîsin başka varyantında bedevî, rüyasında başının kesildiğini gördüğünü söyleyince Allah’ın Resulü gülerek:
“– Şeytan birinizle uykusunda oynarsa (yahut birinizle rüyada oynanırsa) onu kimseye söylemesin, demiştir.” Ahmed ibn Hanbel’in, İbn Rezîn’den yaptığı bir çıkarıma göre sâlih rüyayı, nübüvvetin kırk altı parçasından biri sayan Hz. Peygamber, bunu herkese değil, ancak akıllı, sâlih ve âlim kimseye söylemeyi öğütlemiştir (Kenzu’l-ummâl: 15/369, h. 41416)
İşte 53/6. âyette,Yûsuf Aleyhisselâm’a bu nefis konuşmaları biçiminde ifade edilen düşleri yorumlama yeteneğinin verildiği anlatılmaktadır.

Ta‘bîr  ırmak kıyısı anlamına gelen ‘abr’den alınmıştır. ‘Ubûr, bir kıyıdan diğer kıyıya, bir kenardan diğer kenara geçmek demektir. İbâre ağızdan çıkıp başkasının kulağına varan sözdür. İbret ve i‘tibâr da görülenden görülmeyene ulaşmak, görülen bir şeyden görülmeyen sonucu çıkarmaktır. Ta‘bîr ise düşte görülen olayın iç yüzüne, gösterdiği mânâya geçmek, misâl âlemine âit şekillerden dünya kavramlarına geçmektir ki biz buna yorum diyoruz. Ta‘bîr, te’vîl’den özeldir. Gerçi te’vîl de ta‘bîr gibi sözün dışından, gerçek anlamına geçmektir ama geneldir, rüyaya özgü değildir. Ta‘bîr, sadece rüyanın yorumu için kullanılan bir sözcüktür.

Râzî, ta‘bîr ilmini şöyle açıklıyor: Yüce Allah, nefs-i nâtıka cevherini, felekler âlemine çıkabilecek, Levh-i Mahfûz’u okuyabilecek kabiliyette yaratmıştır. Buna engel olan, nefsin, bedeni yönetmekle meşgul olmasıdır. Uyku halinde bedenle uğraşma eylemi azalan nefsin, Levh-i Mahfûz’u okuma gücü artar. Ruhun aldığı bir ruhsal algı, hayal âleminde kendine özgü izler bırakır. İşte yorumcu, bu hayal izlenimleri ile ruhsal algıları çıkarır, bu izlerin hangi ruhsal algıyı gösterdiğini sezinler (Mefâtîhu’l-ğayb: 18/135).

Yûsuf, yedi semiz ineği yiyen yedi cılız ineği, yedi bolluk yılından sonra yedi kıtlık yılı olacağı şeklinde yorar ve şu öneride bulunur: Yedi yıl ekin ekersiniz, ürünün az bir miktarını yiyecek olarak ayırdıktan sonra gerisini başağında bırakıp depo edersiniz. Yedi yıl sonra gelecek yedi kıtlık yılında, depoladığınız ürünü yersiniz. Bu kıtlık yıllarından sonra bereketli bir yıl gelir.
Kur’ân-ı Kerîm’in işaret ettiği rüyalardan ayrı olarak Hadîs mecmualarında Peygamber(s.a.v.)in bazı rüyaları anlatılmıştır. Bunlardan birkaç örnek vermek istiyorum:

Semure ibn Cundeb’in rivâyet ettiği bir hadîse göre Allah’ın Elçisi, sabah namazlarından sonra ashabına: “Rüya göreniniz var mı?” diye sorar ve rüyayı ta‘bîr ederdi. Bir sabah bize şöyle dedi: “Bu gece rüyamda iki adam gördüm; bana geldiler, elimden tutup beni Arz-ı Mukaddes’e götürdüler. Bir adam oturmuş, yanı başında dikilen bir adam da elindeki demir kancayı bunun ağzına sokup bir çenesini ensesine kadar yırtıyor; sonra çıkarıp öteki çenesine sokarak onu yırtıyor, bu arada beri tarafı iyileşince yine orayı yırtıyordu.

– Bu nedir? dedim.
– Yürü, dediler.
Sırt üstü yatmış bir adamın yanına geldik. Bunun başında bulunan bir adam da elindeki taş veya kaya ile bu yatan adamın başına vuruyordu. Vurdukça yuvarlanıp giden taşı gidip alıyor, bu arada adamın başı eskisi gibi oluyor, öteki yine vuruyordu. Bu işkence böyle sürüyordu.

– Bu nedir? dedim.
– Yürü, dediler.

Yürüdük, tandır biçiminde yapılmış üstü dar, altı geniş, altında ateş yakılan, içinde çıplak erkeklerin ve kadınların bulunduğu bir eve geldik. Ateş yakılınca yükseliyor, çıkacak duruma geliyorlar, ateş sönünce tekrar alta düşüyorlardı.

– Bu nedir? dedim.
– Yürü, dediler.

Yürüdük, kandan bir ırmağın kenarına geldik. Irmağın içinde bir adam duruyordu, ortasında da önünde taş bulunan bir adam vardı. Irmağın içindeki adam çıkmak için kenara geldi, çıkmak isteyince elinde taş bulunan adam taşla ağzına vurup onu eski yerine döndürdü. Her çıkmak isteyince o adam taşla vurup onu eski yerine döndürüyordu.

– Bu nedir? dedim.
– Yürü, dediler.

Yürüdük, yeşil bir bahçeye geldik. Bu bahçede, dibinde, çevresini çocukların sarmış olduğu yaşlı bir adamın oturduğu büyük bir ağaç vardı. Onun yakınında da önündeki ateşin odunlarını düzenleyip ateşi körükleyen bir adam bulunuyordu. Beni bir ağacın üstüne çıkardılar, daha güzelini görmediğim bir eve soktular. Evin içinde erkekler, yaşlılar, gençler, kadınlar ve çocuklar vardı. Beni oradan alıp ağacın daha üstüne çıkardılar. Birincisinden daha güzel ve üstün bir eve soktular. Burada da ihtiyarlar, gençler vardı. Onlara dedim ki:

– Siz beni bu gece hayli dolaştırdınız, şu gördüklerimin ne olduğunu bana anlatınız.
– Evet, dediler: Gördüğün birinci adam, söylediği yalanların, ufuklara (dünyaya) yayıldığı yalancı kimsedir. Kıyâmete dek ona böyle azâb edilecektir. Sonra Allah onun hakkında dilediğini yapar. Sırt üstü yatan adam, Allah’ın kendisine Kur’ân verdiği, fakat geceleyin Kur’ân’dan gaflet ile uyuyan, gündüzün onunla amel etmeyen kimsedir. Ona da kıyâmet gününe dek öyle yapılacaktır. Tandırda gördüğün kimseler, zinâ edenler, ırmakta gördüğün ribâ yiyendir. Ağacın dibinde oturan İbrâhîm Aleyhisselâm, çocuklar insanların çocukları, ateş yakan, cehennemin muhafızı Mâlik, yaktığı ateş cehennemdir. İlk girdiğin ev, umum mü’minlerin evi, diğer ev, şehîdlerin evidir. Ben Cebrâîl’im, bu da Mîkâîl’dir.

(devamı yarın...)

 

 

   Copyright @ Süleyman Ateş