HZ. MEVLÂNÂ SÖYLEŞİSİ (2)

Mevlânâ’nın ölümünden sonra Hüsâme’d-dîn, üstâdın oğlu Sultan Veled’e halîfelik önermiş, fakat Sultan Veled bu öneriyi kabul etmemiştir (s. 122 vd.). 12 yıl sonra yani 684(1285)te veya daha kuvvetli bir ihtimalle 683(1284)’te Hüsâme’d-dîn de ölmüştür.

Yalnızlık içinde kalan Sultan Veled, Hüsâme’d-dîn’i rüyâsında görür ve kendisinin her kâmil şeyhte yaşadığını söyler: “—Biz insan kılığında Allah ışığıyız. Allah ışığı hangi ata binerse binsin, daima aynı kalan hüküm­dardır.” der (bkz. anılan eser, s. 62, 172, 242). Nihayet halkın ısrarı üzerine Sultan Veled, şeyhliği kabul etmiş (s. 129) ve 712’de ölümüne kadar hemen hemen 30 yıl bu makamda kalmıştır.

Asıl tarîkat tarihi Sultan Veled ile başlar. Sistemli bir örgüt kuran Sultan Veled, tarîkati yaymaya başlamıştır. Babasının aşk ile karışık tasav­vufuna karşı olan birçok kimseyi de dost yapmayı, tarikatı yeni bir buna­lımdan korumayı başarmıştır.

Mevlânâ’nın, herhangi bir düzene tabi olmadan kendiliğinden yaptığı semâ Sultan Veled tarafından kurallara bağlanmış bir âyîn haline getirilmiştir. Sultan Veled’den önce, Mevlânâ’nın sağlığında var olan semâ, daha sonra kurallara bağlanmış olan semâ’dan farklı idi. O zamanlar semâ, zikir mera­simleri gibi belirli günlerde ve namazdan sonra bu amaca ayrılmış semâ­hânelerde düzenli icra olunan dar mânâda dinî bir tören olmayıp bir nevi yüksek rûhânî zevk idi, dinî bir mecburiyet değildi ve çoğunlukla bir ziyafetle beraber olurdu. Mevlâna çoğunlukla müritleriyle birlikte, tarîkatı sevenler tarafından ziyafetlere çağrılırdı. Bu ziyâfetler semâ ile başlar veya son bulurdu. Deverân, yani Mevlevî raksı, gecenin geç vaktine kadar devam ederdi. Mevlânâ’nın en ünlü seveni, Mu‘înu’d-dîn Pervâne idi. Düzenlediği semâ‘lı ziyâfetlere Konya’nın büyükleri ve eşrâfı da çağrılırdı. Daha sonra Mevlevîlerin âyîn adını verdikleri bu merasim, çok daha mazbut (kurallı) bir nitelik kazanmıştır (H. Ritter, Celâlü’d-dîn-i Rûmî, İslâm Ansiklopedisi: 3/53-56, tasarrufla alınmıştır).

Şunu da belirtmek gerekir ki semâ‘ Mevlevîliğe özgü veya Mevlânâ’nın icadı bir zikir sevinci değildir. Ondan çok önce, ilk İslâm mutasavvıflarının eserlerinde vardır. Bu konuda Kuşeyrî’nin, Firâset Bâbında anlatmış olduğu, aşağıdaki olay, bu görüşümüzü desteklemektedir:

"Bir gün Üstat Ebû Alî(ed-Dakkak)ın yanında idim. Şeyh Ebû Abdi'r-Rahmân es-Sülemî(rh.)ın sözü geçti. Onun, dervişlere muvâfakat için sema'a kalktığı söylendi. Üstâz Ebû Alî, "Onun durumundakiler öyledir, ama sakin dursa onun için daha uygun olur" dedi. Sonra bana dedi ki:

– Ona git, kendisi şimdi kütüphanesinde oturuyor. Kitaplarının üstünde, Hüseyn ibn Mansur'un şiirlerini içeren, kırmızı ciltli, küçük bir kitap var. Ona hiçbir şey söylemeden o kitabı al, bana getir. Tam öğle vakti idi. Vardım, gerçekten Şeyh, kütüphanesinde, sözü edilen kitap da Ebû Alî'nin dediği yerde duruyor idi. Yanına oturduğum Şeyh, söze başladı:

— Bazı insanlar, bilginlerden birini, semâ'da hareket ettiğinden dolayı kınıyordu. Çünkü o bilginin bir gün evinde yalnız başına, vecde gelip döndüğü görülmüştü. Kendisine neden böyle döndüğü sorulan bilgin, şöyle yanıt verdi: 'Bana güç gelen bir sorun vardı. Birden onun anlamı bana açıldı. Sevincimden, kendime hâkim olamayarak kalktım, dönüyorum (raksediyorum)' dedi. Ona, 'Onların hâli böyle olur' dendi.

Üstât Ebû Alî'nin bana buyurduğunu, onun söylediklerinin, Şeyh Ebû Abdu'r-Rahmân'ın ağzından çıkmış olduğunu görünce ne yapacağımı şaşırdım. Kendi kendime, doğruyu söylemekten başka çare yok, dedim:

— Üstat Ebû Alî, bu cildi bana niteledi ve Şeyhten izin almadan bunu alıp kendisine götürmemi söyledi. Şimdi ben senden korkuyorum, ona muhalefet etmem de mümkün değildir. Bana ne buyurursun? dedim.

Şeyh, Hüseyn ibn Mansûr'un, bazı sözlerini içeren başka bir cilt çıkardı. O ciltte Şeyhin "as-Sayhûr fî Nakdı'd-Duhûr" adını verdiği başka bir yapıtı vardı.

— Bunu ona götür ve ona: 'O cildi benim okuduğumu ve ondan yapıtlarıma bazı beyitler aktardığımı' söyle' dedi.Oradan çıktım.” (Kuşeyrî, Risâle: 2/486-487, tahkîk Abdu'l-Halîm Mahmûd, Mısır)

Hz. Mevlânâ’yı bu manevî mertebeye yükselten, Hak aşkı, Peygamber sevgisidir

Hz. Mevlânâ’yı, dine kayıtsız, hatta dini küçümser bir tavuı içinde gören ve gösteren çabalar asla doğru değildir. Kurulmuş olan Mevlânâ Enstitüsünün, Hz. Mevlânâ’yı gerçek kişiliğiyle insanlığa tanıtacağı kanaatindeyim. Mevlânâ’yı tanıtmanın, insanı tanrılaştırma kertesine varmamasını ve böyle bir kanıya götürülmemesi. Çünkü abartılı söylemler, kaş yapayım darken göz çıkarır; sevginin dindeki yerini anlatmaya çalışırken insanı tanrı mertebesine çıkarma eğilimine götürür. Bu ise hem Mevlânâ’yı, hem de onun o mertebeye ulaşmasını sağlayan yüce dinin kurucusunu incitir. Hz. Peygamber, kendi resmine ve eşyasına saygı gösterilmesini yasaklamıştır: “Beni nasıl isterseniz öyle övünüz ama Hıristiyanların dediği gibi Allah’ın oğlu veya parçası demeyiniz.” buyurmuştur (İslâma İtirazlara bak)

Aşırılık, abartı tevhîd inancına aykırı yanlış yargılar doğmasına neden olur. Hz. Ali şöyle demiş: “Allah’ın Elçisi beni çağırdı: Ali, senin İsa’ya benzer tarafın var. Yahudiler ona buğzedip anasına hakaret ettiler. Hıristiyanlar da onu çok sevip olmadığı yere çıkardılar(tanrılaştırdılar).” Ali devamla demiş ki: “Beni aşırı sevgiyle olmadığım yere yükselten helâk olduğu gibi bana buğzederek hakaret eden de helâk olmuştur. İyi bilin ki ben peygamber değilim. Bana vahiy gelmiyor. Ben Allah’ın kitabını ve Peygamberinin sünnetini uygulamaya çalışıyorum. Size Allah’a itaat hakkında emrettiğim şeylere uymanız boynunuzun borcudur. Gerek ben, gerek başkası size, Allah’a isyan olan şeyleri emrederse ona itaat edilmez. Çünkü itaat ancak maruf (güzel, helal) şeylerde olur.” (Hakim, Müstedrek: 3/123)

(devamı yarın...)

 

 

   Copyright @ Süleyman Ateş