FİRÂSETLE ZAN ARASINDAKİ FARK (4)
Perşembe, 04 Şubat 2016 00:00

FİRÂSETLE ZAN ARASINDAKİ FARK (4)

(...dünden devam)

Firâset düzgün olursa sahibi müşâhede makamına yükselir. Cüneyd hakkında şu olay anlatılır:

Serî es-Sakatî, Cüneyd’e “Halka va‘zet” diye emreder. Kendisinin buna ehil olmadığını düşünerek va’zetmekten kaçınan Cüneyd diyor ki: “Bir Cuma gecesi Peygamber (s.a.v.)i rü’yâda gördüm, bana: “Halka va‘zet!” dedi.

Uyanır uyanmaz, henüz Serî yatağından kalkmadan evine geldim, kapıyı çaldım. Dedi ki:

– Sana emerdilmedikçe bizim sözümüzü doğrulamadın, dedi.

Ertesi gün Cüneyd’in cami‘de va‘zettiği haberi yayıldı. Hıristiyan bir genç, Müslüman kıyafetine bürünerek gelip Cüneyd’e:

– Ey Şeyh, “Mü’minin firasetinden sakınınız çünkü o, Allah Taâlâ’nın nuruyla bakar!” sözünün anlamı nedir? diye sordu. Cüneyd bir süre başını önüne eğdi, sonra kaldırdı ve:

– Müslüman ol, senin Müslüman olma vaktin geldi! dedi (Kitâbu'r-rûh, s. 326. (Haydarâbâd, 1357)).

Ebu Saîd Harrâz anlatıyor: Mescid-i Harâm'a gittim, üzerinde iki hırka bu­lunan bir fakir geldi, dileniyordu. Kendi kendime: "Böyleleri insanların sırtına yüktür" diye içimden geçirdim. Yüzüme baktı:

"- Bilin ki Allah, içlerinizden geçeni bilir, O'ndan sakının." (Nisâ: 4/6), dedi. Hemen içimden istiğfar ettim. Bana şöyle seslendi:

"- O öyle Allah'tır ki kullarından tevbeyi kabul eder. (Fecr: 10/10; Sâd: 38/11) " (Nebe': 80/6-7)

Sâlihlerin firâseti hakkında pek çok olay anlatılır. Bütün bunlar, insanın şu görünen beden şeklinin içinde, büyük kabiliyetler taşıyan latîf bir varlığa sâhib oldu­ğunu gösterir. Sonlu bedeni zaman yıpratır. Fakat ölümsüz ruha zaman tesir ede­mez. Bedenin ölmesi, insanın yok olması değil, ruhun beden kafesinden kurtulma­sıdır, Ru­hun gıdâsı ibâdettir. Ruh, ibâdetle arınır, olgunluk kazanır. İnsan güzel ahlâkıyla, Allah sevgisiyle ruhunu temizleyip ebediyyet âlemindeki makām ve derecesini yükseltmelidir.

Bu konu ile ilgili olarak Mevlânâ Halid-i Bağdâdî, Mekke’ye vardığında karşılaştığı olayı şöyle anlatıyor:

“Medine-i Münevvere’de, 'salih'lerden biri ile karşılaşıp, özellikle irşadım konusunda faydalanmak istiyordum. Bir gün, Yemenli, 'istikamet sahibi', âlim ve âmil bir zatla karşı­laştım. Hiçbir şey bilmeyen bir kişinin, büyük bir alimden nasihat istemesindeki tavrını takınarak, bana öğüt vermesini talep ettim. Birçok nasihatte bulundu ve sonunda şöyle dedi: 'Mekke-i Mükerreme’de, zahiri görünüşü şeriata ters düşse bile, gördüğün her şeye hemen karşı çıkmaya kalkışma'. Mekke-i Mükerreme’ye vardığımda, bir cuma günü, bir deve kurban eden kişinin ecri kadar sevaba nail olmak için, Mescid-i Haram’a erkenden geldim. Ka'be’ye karşı oturup 'Delail' okumaya başladım. Bu sırada, siyah sakallı, gösterişsiz, basit bir kıyafet giymiş bir adamın geldiğini ve sırtını Ka'be’nin duvarına dayayıp, yüzünü bana çevirdiğini gördüm. İçimden, 'Bu adam Ka'be’ye karşı edep dışı davranıyor' diye düşündüm. Bu düşüncemin ardından, o adam bana şunları söyledi: 'Be adam! Sen bilmiyor musun, Allah katında mümine hürmet, Ka'be’ye hürmetten daha üstündür. Tutup da, benim Ka'be’ye sırtımı dönüp, yüzümü sana çevirmeme itiraz ediyorsun. Hem sen Medine’de yapılan nasihati ne çabuk unuttun'. Bu sözler üzerine, onun kesinlikle büyük bir 'veli' olduğunu anladım ve hemen ellerine kapandım. Özür dileyerek beni irşad etmesini istedim. O da, 'Senin irşadın bu diyarda değildir' deyip, eliyle Hindistan tarafını işaret etti. 'Sana bu yönden işaret gelecektir ve irşadın orada olacaktır' diyerek sözünü tamamladı.”

***