FİRÂSETLE ZAN ARASINDAKİ FARK (2) |
Salı, 02 Şubat 2016 00:00 | |||
FİRÂSETLE ZAN ARASINDAKİ FARK (2)(...dünden devam) Bu, gaybı bilmek anlamına gelmez. Fakat gaybı bilen Allah, kendi nuruna yaklaşan; bâtıl hayallerle hakikat suretlerinin görünmesine engel olan vesveselerle uğraşmayan kalbe, bazı gerçekleri atar. Bu, kulun kendi gücüyle kazandığı bilgi değil, Allah'ın lütfuyla kendisine bağışlanan bilgidir. Allah'ın gaybını kimse kendi dış duyularının gücüyle bilemez. Fakat Allah, kendisine yaklaşan kullarını bazı gayb bilgilerine muttali kılabilir. Nitekim yüce Allah: "O gaybı bilendir. Kendi görünmez bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir..." (Buhârî, Menâkıbu’l-ensâr: 35; Askalânî, Fethu’l-Bârî: 7/179-181), buyurmuştur. Yüce Allah, dilediği elçisini gaybına muttali kıldığı gibi elçisinin hizmetinde olup ondan ışık alan ve böylece yücelen, Hakk'ın nuruna yaklaşan kimselere de gaybından bazı parıltılar sunar. Kalbe nur dolunca oradan uzuvlara taşar. Kalbden göze, kulağa, ele, ayağa gider. Böylece kalbe doğan nurla kişinin basireti yani iç gözü, ruhî duyuları açılır. O gözle bakan, Yemen'dekini, Amerika'dakini görebilir, o nurla güçlenmiş kimse bir anda uzak mesafeleri aşar. Nitekim Allah'ın Resûlü (s.a.v.) namazda önündekileri gördüğü gibi arkasında bulunan sahabîlerini de görürdü. Kendisi Medîne'de Hendek kazarken Şam'ın köşklerini, San’a'nın kapılarını, Kisra'nın Medain şehrini görmüştü. Yine Medîne'de olduğu halde Mûte'de şehid düşen kumandanlarının hallerine vakıf olmuş, ta Habeşistan'da Necâşî'nin vefat ettiğini görerek, namazgâha çıkıp onun için gıyabında cenaze namazı kıldırmıştır. (Kuşeyrî, Risâle, s. 128; Kitâbu'r-rûh, s. 292) Hz. Ömer (r.a.) de Medîne'de hutbe okurken İran'da bulunan, Nihavend'de düşmanlarla çarpışan kumandan Sâriye'yi, dağa doğru çekilip dağı arkalarına alarak çarpışmaya yöneltmek üzere: ‒ Ey Sâriye, dağa! Dağa diye bağırmıştır (Yusuf: 53/21). Ömer'in sesini içinde uyanan ilham ile hisseden veya gönül kulağıyla duyan Sariye, dağa doğru çekilip çarpışmış, kendilerinden çok kalabalık olan düşman ordusunu yenmiştir. Rivâyete göre İmam Şâfiî ile İmam Muhammed ibn Hasan, Mescid-i Harâm'da oturuyorlardı. Yanlarına bir adam geldi. İmam Muhammed, Şâfiî'ye: ‒ Bunun marangoz olduğunu seziyor musun? dedi. Şâfiî de: ‒ Bunun demirci olduğunu seziyor musun? dedi. Sonra adamın kendisine mesleğini sordular. Adam: ‒ Önce demirci idim, şimdi de marangozluk yapıyorum, dedi. Ebu'l-Hasan Bûşencî'yi, Hasan Haddâd ile Ebu'l-Kasım Munâvî sormaya gittiler. Yolda veresiye olarak yarım dirheme bir elma aldılar. Bûşencî: ‒Bu ne karanlıktır? dedi. Hemen çıktılar: ‒ Herhalde bu karanlık, elmanın parasından oldu, deyip parayı ödediler. Tekrar döndüklerinde Bûşencî: ‒ Demek insanın karanlıktan bu kadar çabuk kurtulması mümkünmüş, dedi. Sonra ne olduğunu sordu. Onlar da olayı anlattılar. ‒ Evet, dedi, her biriniz parayı diğerinin vermesini istedi, adam da sizden istemekten utandı. (devamı yarın..)
|