ŞEFÂ'AT (7)
Çarşamba, 10 Haziran 2015 00:00

ŞEFÂ'AT (7)

(...dünden devam)

Bu âyetler, âhiretteki Yüce Dîvân duruşmasında her ümmetin suç­luları aleyhinebirşâhid, Hz.Muhammed’in debuümmetininkârcıları aleyhine şâhid olarak getiri­leceği belirtilmekte ve inkârcılar o Yüce Mahkeme gününe karşı uyarılmaktadırlar. Burada peygamberlerin aleyhte tanık olarak getirileceği kimseler, kendilerine uyan sâlih mü’minler değil, onları dinlemeyen, yoldan çıkmış, fâsık ve kâfirlerdir. Âyet­lerin bağlamı bunu göstermektedir. وَجـِئـْنَابِكَ عَلَي هــ ٰؤُ َلآءِ شَهِيدًا : Seni de şunların aleyhine şâhid getirdiğimiz zaman nice olur?” ifadesi, bunu gösterir. Çünkü burada “هــٰؤُلَآءِ” şunlar sözüyle kasdedilenler, Peygamber’in çevresinde toplanan mü’minler değil, ona inanmayan kâfilerdir. Hz. Muhammed (s.a.v.) bu ümmetin fâsık ve kâfirlerinin aleyhine tanık olacağı gibi, Hz. Îsâ da kendi ümmetinin sapıkları aleyhine tanıklık edecektir: وَاِنْ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ إِلَّا لَيُؤْمِنَنَّ بِهِ قَبْلَ مَوْتِهِ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكُونُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا : Andolsun Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki ölümünden önce ona inanacak olmasın. Kıyâmet günü de O (Îsâ), onların aleyhine tanık olacaktır.” (Nisâ: 98/159) âyetinde de Hz. Îsâ’nın, Kıyâmet gününde, Kitâb ehli aleyhine şâhidlik edeceği bildiril­mek­tedir.

Görüldüğü üzere Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberlerin şefâ‘atinden değil, suçlular aleyhinde tanıklık edeceklerinden söz edilmektedir.

Her ümmetin yaptığı işler, peygamberlerinin işleriyle karşılaştırılır. İnsanların yaptıkları işlerin, kendi getirdiklerine uyup uymadığına her peygamber tanıklık eder. Getirdikleri prensipleri kabul etmeyenleri reddeder. Nasıl diğer ümmetlerin işleri, kendi elçilerinin işleriyle karşılaş­tırılacaksa, bu ümmetin bireylerinin işleri de Hz. Muhammed’in getirdiği prensipler ve eylemlerle karşılaştırılacak; inanç ve eylemleri, Peygamber’in getirdiklerine aykırı olduğu için Peygamber tarafından tanınmayan kimsenin sonu yamandır. Peygamber, onların aleyhine tanık olmaktadır.

Muhammed Abduh şöyle diyor: “Ehl-i Sünnet, mu‘tezile ve öteki İslâm fır­kaları, Allah’ın bilgi ve ihsanının tam kemal üzere olduğunda oybirliği içindedirler. Allah’ın her şeyi bilmiş olması da bilinen anlamda bir şefâ‘ati imkânsız kılar. Kur’ân-ı Kerîm’de: ‘O’nun izin verdiğinden başkası şefâ‘at edemez’ gibi bazı âyetlerde geçen istisnâ, şefâ‘atin vukubulacağını değil, tersine bunun olmayacağını vurgulamak içindir. Yani O, öyle hükmünde tektir ki O’nun huzurunda Kendisinin izni olmadan kimse şefâ‘at edemez. O da şefâ‘ate izin vermez. Çünkü bilinen anlamda şefâ‘at, indinde şefâ‘at edilene, kendisi için şefâ‘at edilen hakkında, O’nun bilmediği bir şeyi söyleyip övmek, onu hak etmediği bir mevki’e yükseltmek, ona çıkar sağlamak içindir. ‘O gün herkese yaptı­ğı­nın tam karşılığı verilir, hiç kimseye haksızlık edilmez [1] diyen Allah, âhiret gününde en ufak bir haksızlığa izin vermez. Herkes zerre ağırlı­ğınca yapmış olduğu hayrı veya şerri görür. Böylece istisnâsız olarak şefâ‘atin olmadığını söyleyen âyetler ile, Âyetu’l-Kursî’de olduğu gibi bazı âyetlerde şefâ‘at hakkında istisnâ yapılmış olmasını uzlaştırmak mümkündür. Fakat Hz. Peygamber’in şefâ‘at edeceği hakkındaki hadîs­lere gelince bunlar, selef ve halefin ihtilâfa düştüğü müteşâ­bihâttandır. Bunların anlamını Allah’a havale ederiz...”[2]

Özetle ne melek, ne de peygamber Yüce Mahkemede suçluyu kurtarma anla­mında bir şefaat yetkisine sahip değildir.

Şefaatin anlamı teki çift yapmak, yalnıza destek olmaktır. Peygamberlerin şefa­ati vardır ama bu Mahkeme esnasında suçluya arka çıkmak şeklinde değil, Allah'ın rızasına erip cennete girenlere arkadaş olmak, onları cennette yalnız bırakmamak, onlarla beraber olmak anlamındadır. İşte şefaat hakkındaki özet görüşümüz budur.

Bizi kimse ile mukayese etmenize gerek yok. Yapmak istiyorsanız görüşümüzü belirtisiniz, bizi mutlaka birilerinin fikirlerine bağlamanıza gerek yok. Çünkü benim düşünmediğim şeyleri bana mal etmiş olursunuz. Başarı dileklerimle.



[1] . Zümer: 59/70, Nahl: 70/11, Bakara: 92/281, Âl-i İmrân: 94/161

[2] . Tefsîru’l-Kur’âni’l-hakîm: 2/31-33

 

***