NESİH NEDİR?

Bakara: 92/106’ncı âyette kasdedilen nesih, unutma ile beraber bulunmaktadır. Allah’ın bir hikmeti uyarınca Hz. Muhammed (s.a.v.), kendisine gelen bâzı âyetleri unutmuş, işte o unutulan âyetin yerini dolduracak yeni âyet vahyedilerek İlâhî Mesajda herhangi bir açıklık bırakılmamıştır. Yahut da Nahl: 101. ve Bakara 106. âyetlerde kasdedilen tebdîl ve nesih, daha önceki Kitaplarda bulunan bâzı bağlayıcı, zorlaştırıcı hükümlerin kaldırılması demektir. Nitekim Kur’ân’ın, Tevrât’ta bulunan birçok yasağı kaldırmış olduğunu A‘râf: 157 ve En‘âm: 145-146. âyetlerden anlıyoruz.

Fakat İslâm bilginleri, hep birbirlerinden esinlenerek Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin, diğer bâzılarını geçersiz, hükümsüz bıraktığı iddiâsını yaymışlar, bunu bir bilimmiş gibi işleyip öğretmişler ve seyf (kılıç) âyeti dedikleri bir tek âyet ile pek çok âyetin içini boşaltmışlar; kimi neshedilen âyet sayısını beşe indirgemişken, kimi de bu sayıyı 565’e kadar çıkarma başarısını (!) göstermiştir.

Önce prensip olarak neshin, sadece inşâ (hüküm belirten emir) kiplerinde olacağını, haberlerde olamayacağını söylemişler ama sonra bu prensibi de bozarak birçok haber âyetini de neshe tâbi tutmak sûretiyle hâşâ Allah’ın, anlattığı bâzı olaylarda yalan veya yanlış söylediği için sonradan bunları düzelttiği mânâsına gelebilecek tehlikeli bir mecrâya girmişlerdir. Meselâ:“Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah’ındır. İçlerinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker; dilediğini bağışlar, dilediğine azâbeder. Allah, her şeye kadirdir.” (Bakara: 92/284) âyetinin, “İçlerinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker!” cümlesi, gûyâ sahâbîlerin ağırına gitmiş. Bunun üzerine “Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez.” (Bakara: 92/286) âyetini indirerek, bir âyet önceki bu cümleyi neshetmiştir[1]. İbn Kesîr de Buhârî ve Müslim’de bulunan rivâyetlere dayanarak bu âyetin, kendinden sonraki âyetlerle nes-hedildiği kanısındadır. Fakat Alî ibn Ebî Talha, İbn Abbâs’ın, âyetin neshedilmediği kanısında olduğunu rivâyet etmektedir[2].

Âyeti neshedilmiş sayanların amacı, kalbe gelen düşüncelerden ötürü insanın sorumlu olmayacağını belirtmektir. Oysa âyetin amacı, kalbe gelen her düşünceden insanın sorumlu olacağını söylemek değildir. Çünkü insanın kalbine tamamen sahibolması, istediği düşüncenin kalbine girmesine müsâade edip istediğinin de kalbine girmesini engellemesi mümkün değildir. Allah, insana gücünün üstünde bir şey yüklemez. Zaten “Yanılarak yaptığınız işlerde size bir günâh yoktur. Fakat kalblerinizin bile bile yaptığından günâh vardır.” (Ahzâb: 97/5) âyeti, kararsız düşüncelerden ötürü insanın sorumlu olmayacağını bildirmiştir. Sorumluluk getiren düşünce, insanın eyleme geçirmeye kararlı, kesin düşüncedir.

Üzerinde durduğumuz âyet, borçla ilgili âyetin ardından gelmektedir. Bir önceki âyette borcun korunması, inkâr edilmemesi, tanıkların bildiklerini gizlememeleri, bildiği tanıklığı gizleyenin, günâhkâr olacağı belirtilmişti. Onun ardından da Allah’ın, kötü niyet taşıyanları bildiği, onları bu kötü niyetlerinden ötürü hesaba çekeceği vurgulanmaktadır.

Allah, insanın içinden geçen bütün düşünceleri bilir, sonra dilediğini bağışlar, dilediğini cezâlandırır. İşte bağışlanacak düşünceler, insanın elinde olmadan kalbine gelen düşünce ve vesveselerdir. Ama azimle insanın içinde taşıdığı, fırsat bulduğu zaman uygulamaya kararlı olduğu düşüncelerdir ki insanı sorumlu kılar. "Allah lağv ile yaptığınız yemînlerinizden ötürü sizi cezalandırmaz, fakat kalblerinizin kazandığı şeylerden ötürü sizi cezalandırır."[3] âyeti, kalbin kazandığı yemînlerden ötürü insanın sorumlu tutulacağını bildirmektedir. Kalbin yemîni kazanması, yemîne karar vermesi demektir ki bu, düşünceden ibarettir. Zaten kasıtsız, bilinçsiz yapılan işlerden insan hiç sorumlu olmaz; ne sevap alır, ne günâh kazanır.

Sorumlu eylemlerin temeli, gönül işi olan niyettir. "Kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptığı işten sorumludur"[4] âyeti, kulak ve göz ile birlikte kalbin de yapılan işlerden sorumlu olduğunu vurgulamaktadır. "İnananlar içinde edepsizliğin yayılmasını isteyenler için dünyâda da, âhirette de acı bir azâp vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz."[5] âyeti de çirkin sözlerin yayılmasını sevenlerin, dünyâda ve âhirette acı azâba uğrayacaklarını bildiriyor ve Allah'ın, bu tür insanların gönüllerindeki niyeti, amacı bildiğini vurguluyor. Çirkin sözleri, edepsizliği yaymayı sevmek, bir gönül işidir, düşüncedir. İşte kişinin gönlündeki bu düşünceyi bilen Allah, bu kararlı düşünce sahibini cezâlandırır. Ama bu düşünce, kasıtsız, gelip geçici bir hâtıra, bir vesvese değil, eyleme dönüşecek bir karardır. İşte bundan ötürü Allah o kimseyi cezâlandırmaktadır.

Vasiyet âyeti(Bakara: 92/180)nin, anne babaya vasiyet edilmesi hükmünün, mîrâs haklarını bildiren (Nisâ: 98/11) âyetiyle veya “mîras sahibi akrabâya vasiyet olmayacağı” yolundaki hadîs rivâyeti ile neshedildiği iddiâ edilir. Kur’ân-ı Kerîm, Allah’a ibâdetten sonra ana-babaya iyilik edilmesini vurgular. Yine Kur’ân, her insanın, geriye bırakacağı malın nasıl harcanacağı konusunda bir vasiyet yapması gerektiğini de belirtir; kişinin, yapacağı vasiyyette önce ana babasını düşünmesini, onlara ve yakınlara uygun biçimde bir vasiyette bulunmasını emreder (Bakara: 92/180).

Esasen yüce Allah, birçok âyette insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettiğini bildirmiştir (Ankebût: 85/8, Lokman: 57/14, Ahkaf: 66/15).

Yaygın kanâate göre Bakara 180. âyet, anne babanın ve akrabânın, mîrâs alacaklarını belirten âyetten önce inmiştir. Nisâ Sûresi’nde yakın akrabânın mîrâs payını belirleyen 11. âyet indikten sonra Bakara 180. âyetin, anne-babaya ve yakın akrabâya vasiyet hükmü kaldırılmış, uzak akrabâya vasiyet hükmü devam etmiştir. Kimine göre de anne-babaya vasiyet hükmünü kaldıran, “Vârise vasiyet olmaz”[6] hadîsidir.

Önce Kur’ân’a göre: Kur’ân âyeti, ancak dengi bir âyetle neshedilebilir. Hadîs mütevâtir de olsa, âyetin dengi olamaz. Kaldı ki vâhid haberi zaten kuşku taşır, onunla aslâ âyet neshedilemez.

Kezâ din ayrılığı dolayısıyla mîrâs düşmeyen anne-babaya da vasiyet devam eder. Meselâ anne-babası kâfir olan bir mü’min, onlara vasiyet ile mîras bırakmalıdır. Çünkü “Dünya işlerinde onlarla iyi geçin!”[7] âyeti uyarınca müşrik anne-babaya dahi iyilik etmek Allah’ın buyruğudur.

Görüldüğü gibi mîrâs âyetleriyle vasiyet âyeti arasında hiçbir çelişki söz konusu değildir. Öyle ise onların bu âyeti neshetmesi söz konusu olamaz. Mîrâs âyetleri, kişinin kendisinden sonraya bıraktığı malın, vârisler arasında üleştirilmesini düzenler. Bu konudaki her iki âyetin sonunda da bu üleştirmenin, “ölen kişinin vasiyetinin yerine getirilmesinden, ya da borcunun ödenmesinden sonra olacağı” vurgulanır. Vasiyet ise kişinin, sağlığında iken malı üzerindeki tasarrufudur. Kişi sağlığında dilerse malını hibe eder, vakfeder, vasiyet ile bağışlar, istediğini yapar. Tasarrufunda serbesttir. Öyle ise mîrâs âyetlerinin, vasiyet âyetini neshettiği yolundaki haberin aslı yoktur. Peygamber’in kendisi de: “Bu âyet neshedilmiştir, artık bunun hükmü yoktur” demediğine göre Allah’ın Kitâbındaki âyetleri hükümsüz kılmaya kimsenin hakkı yoktur. Böyle âhâd haberleriyle Kur’ân’ın kesin emri neshedilemez. Kur’ân’da bulunan bütün âyetlerin hükmü sağlam, geçerlidir, uygulama zamanı vardır. Müslümanların, öyle bir iki kişinin sözüyle değil, Allah’ın buyruklarıyla hareket etmeleri, Allah’ın Kitâbının hükümlerini uygulamaları gerekir.



[1] . Câmi‘u’l-beyân: 3/142-143
[2] . Zâdu’l-Mesîr: 1/342-343
[3] . Bakara: 92/225
[4] . İsrâ: 50/36
[5] . Nûr: 102/19
[6] . Ebû Dâvûd, Vasâyâ: 6, Tirmizî, Vasâyâ: 5
[7] . Lokman: 57/15

 

 

   Copyright @ Süleyman Ateş