CENNETE KİM GİRER ? (7)
Pazartesi, 23 Eylül 2013 00:00

CENNETE KİM GİRER ? (7)

(...dünden devam)

Allah, şirk dışında bütün günâhları affedeceğine göre, Allah'ı birleyen Kitap ehli bir kişinin – şayet günâhkâr ise – günâhını affetmez mi? Âyet, bütün muvahhidleri Allah'ın rahmetiyle kaplamıyor mu?

Bunun en güzel misali Habeş Necâşîsi (kralı) Eshame’dir. Mekke döneminde bâzı Müslümanlar, Kureyşlilerin baskı ve Hattâ işkencesinden kurtulmak için Habeşistan'a hicret etmişlerdi. Kureyşliler, bunları geri getirtmek için Amr ibn el-Âs ile, Abdullâh ibn Ebî Rebî‘a'yı birtakım hediyelerle Necâşî’ye gönderdiler. İki elçi, Necâşî’ye ve papazlarına hediyelerini sunduktan sonra, ülkesine sığınmış olanların, ne Îsâ’yı, ne de kendi dinlerini tanımayan sapıklar olduğunu, onları ülkesinden çıkarmasını söylediler. Bunun üzerine Müslümanları da dinleyip, Peygamber’in öğreti ve düşünceleri hakkında bir fikir edindikten sonra Necâşî, Ca‘fer’in okuduğu Meryem Sûresinden de etkilenip, çevresindeki papazlarla birlikte ağlamış ve: "Bu (sizin okuduğunuz Kur’ân) ile Îsâ’nın getirdikleri, aynı kandilden çıkan ışıklardır" demiş ve hediyelerini geri verdiği Kureyş elçilerini kovmuştur.

Daha sonra ülkede baş gösteren ayaklanmada Müslümanlar, ülkesinde güven içinde yaşadıkları Necâşî’nin galibiyyeti için duâ etmişlerdir. Döndükten sonra Peygamber’in eşleri arasına katılmış olan Ümmü Seleme (r.a.) diyor ki: "Biz orada güven içinde yaşarken Habeşli bir adam Necâşî’ye baş kaldırıp onu devirmek istedi. Vallahi o zaman, bize iyilik eden Necâşî gider de yerine bize hak tanımayan bir adam gelir diye korkup üzüldüğüm kadar bir zaman hatırlamıyorum. Biz, Necâşî’nin, düşmanını yenmesi için Allah’a duâ ettik. Biz bu halde iken Zübeyr koşarak gelip:

– Müjde, Necâşî galip geldi, Allah onun düşmanını helâk etti, dedi.

Kendimi bildim bileli, o gün sevindiğimiz kadar hiç sevinmemiştik..."

Medîne’de bir gün Peygamber (s.a.v.), ashâbına Necâşî’nin öldüğünü haber vermiş ve namazgâha çıkıp Müslümanları saf düzenine sokarak: "Kardeşiniz için mağfiret dileyin!" demiş ve dört tekbîr alıp, gıyâben ona cenaze namazı kılmıştır.

Görüldüğü üzere Peygamber Aleyhisselâm, kendisinin getirdiklerinin hak olduğunu kabul edip Müslümanları korumuş olan bir Hıristiyanı, îman kardeşi bilmiş ve ona namaz kıldırmıştır. Necâşî’nin yaptığı, sadece Peygamber’in hak olduğunu kabulden ibarettir. Yoksa o, dinini bırakıp da Müslümanlarla birlikte namaz kılmamıştır. Zaten dininden ayrılmış olsaydı, Hıristiyan ülkede hükümdarlığına devam edemezdi. Onun yaptığı, Peygamber’in doğruluğunu, Kur’ân’ın vahiy eseri olduğunu kabulden ibâret idi. Sadece bu kadarı, onun ebedî saâdeti için kâfi görülmüştür. Allah’ın geniş rahmetini daraltmaya kimsenin hakkı yoktur.

Hayır, hayır. Allah, kullarını yakmak için yaratmamıştır. Kimse O’nun bol rahmetini daraltamaz: "Allahım, bana ve Muhammed’e rahmet et! Bizimle beraber başka kimseye rahmet etme!" diyen bedevîye Hz. Peygamber (s.a.v.): "Sen (Allah’ın) geniş(rahmet)ini daralttın!" demiştir. Şinâsî’nin:

"Bir nokta ise eğer bu semâvâta göre Arz,

Binnisbe etmeliyim kendimi yok, farz!" dizeleriyle büyüklüğünü anlatmaya çalıştığı bu kâinâtın Pâdişâhı, tek olan Allah’tır. "O, belli bir cemâatin değil, bütün âlemlerin Rabbidir", "Rahmeti, herşeyi kaplamıştır" Hiç kimse O'nun kâinâttaki tüm varlıkları kucaklayan rahmetini tekeline alamaz. Allah'ın, Elçisine buyurduğu üzere: “Lütuf Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir, Allah(ın lütfu) geniştir, (O her şeyi) bilendir. Rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük lütuf ve ikram sâhibidir.” (Âl-i İmran: 73-74)

Kur'ân'ın getirdiği bu prensip bu kadar açık iken neden bilmem, bu âyetleri, hep önyargıların sislendirdiği renkli gözlüklerle görüp, ille dinini bırakmayan bütün Kitâp ehlinin cehennemlik olduğu iddiâ edilmiştir?

Genç Müslüman araştırıcıların, Kur'ân'ı çevreden kazanılan önyargıların sislendirdiği renkli gözlüklerle değil; sağduyu ve tedebbür ile okumalarını; İslâm'ı, Kur'ân'a ters fikirlerle dolu, on-onbeşinci elden yazılmış kitaplardan değil; doğrudan doğruya Kur'ân'dan öğrenmelerini tavsiye ederiz. Burada Âkif'in sözünü yâdetmek yerinde olacaktır:

"Doğrudan doğruya Kur'ân'dan alıp ilhâmı,

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı!"

***