Azab kelimesinin anlamını ve Kur’ân’daki anlatımını açıklar mısınız (4)

Bu hadîslerin amacı, Kıyâmetin vaktini belirlemekten çok, cehâletin, içkinin, zinânın, güvensizliğin yayılmasının, toplum düzenini sarsacağını belirtmektir. Kadınların çoğalması, erkeklerin azalması, Kıyâmet alâmeti sayılmaktadır. Bunun hikmetini bilemeyiz. Muğay­yebâ­ta âit ve binlerce yıl sonra zuhur edecek vak‘aları Hz. Peygamber'in haber vermiş olması, şüphelidir. Çünkü böyle bir şey ancak vahiy ile bilinir. Hadîslerde Kıyâmet alâmetleri olarak sayılan şeylerin hiçbiri Kur'ân'da yoktur. Cenabı Hak Hz. Muhammed(s.a.v.)e: "Gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim" (A‘râf: 39/188) demesini emrettiği gibi:

"Hiçbir nefis, yarın ne kazanacağını (ne yapacağını) bilmez ve hiçbir nefis, nerede öleceğini bilmez.” (Lokman: 57/ 34) âyetiyle de hiç kimsenin yarın ne olacağını bilemeyeceğini buyurduğuna göre Kıyâmet alâmetleri olarak zikredilen bu hadislerin, gerçekten Peygamber (s.a.v.) tarafından söylenmiş olması çok şüphelidir. Çünkü bunlar vahiy değildir, vahiy olsaydı Kur'ân'da olurdu. Kur’ ân'dan başka vahiy olduğunu iddiâ etmek, delîlsiz bir iddiâdır ve bazı vahiylerin Kur'ân'a yazılmadığı sonucunu doğurur ki tehlikelidir. Şayet bu hadîsleri gerçekten Peygamber (s.a.v.) söylemiş ise bunların amacı Kıyâmetin vaktini belirtmek değil, bunlarda sayılan kötü huyların, alışkanlıkların toplum düzenini çok sarsacağını anlatmaktır.

Kaldı ki hadîslerin bu âyet ile bir ilgisi yoktur. Çünkü bu âyette haber verilen eşrât, ileride vukubulacak Kıyâmet alâmetleri değil, Peygamber'in kendi zamanında vukubulan şeylerdir. Bu da kendisini inkâr edenlerin başlarına inecek belâ ve azaptır. Yoksa binlerce yıl sonra vukubulacak şeyleri, Peygamber'i inkâr edenlerin görmesi zaten mümkün değildir. Onları o olaylarla tehdid etmek bir yarar sağlamaz. Ayrıca âyette tehdidedildikleri sâatin ansızın onların başlarına geleceği belirtilmektedir ki bu, açıkça âyetteki sâat ile kâfirlere inecek olan azâbın vaktinin kastedildiğini gösterir.

Âyet, Mekke müşriklerini tehdideden önceki âyetlere bağlıdır. Sâat ile kâfirlerin uğrayacakları ceza vaktinin kastedilmiş olduğu açıktır. Sâat, Kur'ân'da va‘dedilen azap ânı mânasında çok kullanılmıştır. Burada da bu anlamdadır. Çünkü o sâatin alâmetlerinin gelmiş, yani belirmiş, görünmüş olmasından söz ediliyor. Peygamberin devrinde Kıyâmet alâmetleri belirmemişti. Hâlâ da bu tür alâmetlerin farkında değiliz. Kur'ân'da Kıyâmet alâmetlerinden hiç söz edilmez. Öyle ise buradaki sâat, Kıyâmet değil, İslâm düşmanlarının yenilgiye uğrayacakları, tepelenecekleri sâattir. İşte âyetlerin indiği sırada bunun alâmetleri belirmeğe başlamıştı.

Müslümanlar günden güne güçleniyor, her geçen gün egemenlik alanları genişliyor, İslâm devletinin otoritesi büyüyordu. İslâm’a baş kaldıran Yahudî kabîleleri sürülmüş, yöre Arap kabîleleri bozguna uğratılmıştı. Bütün bunlar, münâfıklık eden Medîne yöresindeki Arap kabîle­lerinin ve Mekke'deki müşrik halkın da bozguna uğrayacaklarının belirtileriydi. Bunları gördükleri halde hâlâ gerçeği kabul edip Müslüman olmamaları kınanmaktadır. Onlar, hiç farkına varmadıkları bir sırada Müslümanların, boyunlarına binmesini mi bekliyorlar, ansızın bozguna uğrayacakları, tepelenecekleri sâatin gelmesini mi gözetliyorlardı?

Gerçekten de Hudeybiye Barışından sonra kâfirler Barış antlaşmasının şartlarına aykırı davranınca Hz. Peygamber(s.a.v.)in, gayet titizlikle ve gizlilik içinde düzenlediği ordu, Mekke'ye hâkim dağlara konmuş ve İslâm’ın yaman düşmanları, teslim olmak, kimi de kaçmak zorunda kalmışlardır.

Duhân 15-16. Âyetlerde, Yüce Allah, başlarına inen azâbın kaldırılması için kendisine yalvaranlara: "Biz azâbı sizden biraz kaldırsak, siz yine eski halinize dönersiniz" buyuruyor.

Bu âyetlerin mânâsı şöyle olabilir: "Biz azâbı biraz kaldırırız ama siz yine sapıklık ve azgınlığınıza dönersiniz. İşte o zaman sizi büyük vuruşla vurup öcümüzü alırız.”

Abdullâh ibn Mes‘ûd'a göre el-batşatu'l-kubrâ (büyük vuruş), Bedr günü kâfirlerin yenilip öldürülmesidir. Batşa (büyük vuruş), lizâm (sargın azap) ve duhân (duman) olayları geçmiştir. Bunlar Peygamber (s.a.v.) döneminde olmuştur.

İbn Mes‘ûd'a göre duman, Arapları sarmış olan müthiş bir kıtlığa işarettir. Kıtlık zamanlarında açlıktan insanın gözünde fer kalmadığı için göğü de dumanlı görür. Bunun için göğün duman getirmesi, kıtlıktan kinâyedir. Herkesi saran büyük belâya duman denir. İbn Kuteybe'nin tefsîrine göre kıtlık yılında yağmur yağmadığı için yer kurur, fazla toz olur, hava tozdan kararır. Bu hal duman gibi görünür. Bundan dolayı kıtlık yılına el-ğabrâ (tozlu) denir (Mefâtîhu’l-ğayb: 27/242).

İkinci tefsîre göre bu duman, Kıyâmet alâmetlerinden olup Kıyâ­metten önce göğü kaplayacak bir dumandır. İbn Ömer'e, İbn Abbâs'a, Ebû Saîd el-Hudrî'ye ve Ebû Mâlik el-Eş‘arî'ye dayandırılan rivâyetlere göre Kıyâmetten önce çıkacak olan duman, mü'minleri bir nezle gibi yakalayacak, kâfirlerin içine dolup onları şişirecek ve işitme organlarından (kulaklarından) ve altlarından çıkacaktır (Câmi‘u'l-beyân: 25/111-112).

Taberî, Abdullâh ibn Mes‘ûd'un sözünün daha kuvvetli olduğunu, Peyğamber'e, gözetlemesi emredilen duhân'ın, Adullâh ibn Mes‘ûd'un nitelendirdiği gibi Peygamber'in duâsıyla kavmine isabet eden sıkıntı ve darlık olduğunu söylüyor (Câmi‘u’l-beyân: 25/114).

Bize göre İbn Mes‘ûd'un dediği gibi âyetlerdeki olaylar, Peygamber (s.a.v.) zamanında geçmiş olan olaylardır ve işâret edilen olay Bedir Savaşında olmuştur. Özellikle tozlu alanlarda geçen savaşta atlı ve yayaların dalkılıç birbirlerine girmelerinden dolayı her tarafı toz kaplar. Kalkan tozlar, bulut gibi göğe yükselir, tozdan göz gözü görmez olur. Arabistan'da rüzgâr çıktığı zaman göğü toz bulutu kaplar. Buna bir de korku eklenirse insanın görme alanı çok daralır.

Bedir Savaşı, Bedir Vadisinde, diz boyu toz olan bir yerde cereyan etmiştir. İşte âyette ileride vukubulacak ve müşrik liderlerini bozguna uğratacak, işkenceye uğratılan Müslümanların öçlerinin alınacağı bu savaşa işâret edilmektedir. Gerçekte âyette ne kıtlık yıllarına, ne de Kıyâmet alâmetine işâret vardır. Bunlar sonradan âyetlere yakıştırılmıştır. Kaldı ki âyetler bütündür. Birbirinden ayrı değil, beraber inmiştir. Müşriklerin şu sözü üzerine şu âyet, şu sözü üzerine de şu âyet inse âyetlerin ayrı ayrı zamanlarda inmiş olması gerekir. Oysa bunların, birbirinin devamı olduğu açıktır. Bundan dolayı buradaki bazı âyetleri bağlamından koparıp müşriklerin falan veya filân sözüne bağlamak doğru görünmüyor. (devamı yarın...)

 

 

   Copyright @ Süleyman Ateş