Azab kelimesinin anlamını ve Kur’ân’daki anlatımını açıklar mısınız (1)

Azab kelimesinin anlamını ve Kur’ân’daki anlatımını açıklar mısınız

Bu anlamda bir soru üzerine Kur’ân Ansiklopedisinden Azap maddesini okurlarım için özetliyorum.

Azâb(عذاب), Allah’ı tanımayan, O’na ortak koşan veya buyruklarına karşı gelenlere dünyada ve âhirette verilen cezadır. عذب (azb) bir şeyi terk etmek, ondan vazgeçmek, uzûbet tatlı olmak; if‘âl vezninde i‘zâb tatlılaştırmak; istif‘âl vezninde isti‘zâb, tatlı su istemek; azap ve ta‘zîb ise acı veren ve hayatın tadını gideren şeydir.

Kimine göre azâbın aslı, yemeyi ve uyumayı bırakmak anlamındaki azb ve uzûb kökündendir. Bu, hayatın tadını kaçıran şey demektir. Ta‘zîb ise insanı aç ve susuz kalmağa sevk eder, böylece hayatın tadı kalmaz. Kimine göre ta‘zîb kamçının ucuyla vurmak demektir. Kimine göre de azab bulanık su anlamındaki azb kökündendir. Buna göre ta‘zîb, yaşamı bulandırmak, hayatı kaydırmak demektir (Bkz. Müfredât; el-Mu‘cemu’l-vasît ).

Daha sonra bu kelime, ceza olsun, olmasın her acının adı olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de türevleriyle birlikte 490 kez geçen azab kelimesi, genellikle Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelenlere verilen ceza anlamında kulanılmıştır. Fakat azab anlamında kullanılan başka kelimeler de vardır. Ricz, be’s, batş, hizy, ikāb gibi. Sâat de genellikle azap sâati veya Kıyâmet anlamlarına gelir.

İlâhî azap, dünyada ve ruhun bedenden ayrılmasından sonra (âhi­rette) gerçekleşir. Yaptığından sorumlu olmayan Allah, kullarından dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder (İsrâ: 50/54). Fakat adâleti uyarınca inkârcı ve âsîleri cezalandırır (A‘raf: 39/96, Yûnus: 51/8, 70, Tevbe: 113/95). Emirlerini ve yasalarını tanımayanları, peygamberlerini yalanlayıp onlarla alay edenleri, zâlim ve fâsıkları, eylemlerine uygun biçimde cezalandırır. Peygamberlerin getirdikleri mesajları dinlemeyen, Tanrı elçilerini engellemeğe kalkan uluslar, bu dünyada çeşitli biçimlerde: kimi bir gürültü ile yerin dibine geçirilerek, kimi boğularak (Ankebût: 85/40, İsrâ: 50/103), kimi tufanla (Hûd: 52/37, 44) cezalandırılmıştır. Bunlar, Allah’ın buyruğuna, genel ve özel yasalarına karşı gelenlerin uğradığı dünya azabıdır. Ama onlara bundan ayrı olarak âhirette de azâbe­di­le­cektir (Tâhâ: 45/127, Zümer: 59/26, Secde: 75/21, Mâide: 110/33) âyetlerinde inkârcılar için hem dünyada, hem de âhirette azap olduğu anlatılır.

Kur’ân’daki cehennem tasvîrlerinden anlaşıldığına göre âhiret azabı, fizyolojik ve psikolojik olmak üzere iki çeşittir. Birincisi: yakıcı ateşler, dondurucu sular, kaynar sular, demir topuzlar, ateş yataklar, örtüler, giysiler, zakkum, dikenli ağaçlar, katranlar, kelepçeler, zincirler (Yâsîn: 41/8, Furkan: 42/13, Sâffât: 56/62, Mü’min: 60/71–72, Kehf: 69/29, İbrahim: 72/16, 17, 49, İnsan: 90/4, 13, Nisâ: 98/55); ruhlara şiddetli ıstırap ve tasa kaynağı olan ikincisi de suçluların Allah’ı görememeleri, Allah’ın onları azarlaması ve onlarla konuşmaması, yüzlerine bakmamasıdır (Kıyâmet: 31/24–25, Mutaffifîn: 86/15, Âl-i İmrân: 94/75).

Tâhâ: 45/124’de: “Beni anmaktan yüz çeviren kimse için dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu kör olarak (Yüce Divana) süreriz.” buyurulmaktadır. Bundan anlaşılıyor ki Allah’a kulluktan yüz çevirenler, dünyada da darlık, sıkıntı, huzursuzluk içine düşerler. Zengin olsalar da gönüllerinde hu­zur olmaz. Bugün maddeten kalkınmış birçok insanın ve ulusun nasıl huzursuzluk içinde bocaladıkları, o toplumlarda huzuru alkolde ve uyuşturucu maddelerde arayanların sayısının gittikçe arttığı, intihar olaylarının çoğaldığı bilinen bir gerçektir. İşte bunlar, Allah’a kul ve O’na teslim olmamanın, O’nun gösterdiği doğru yola uymamanın dünyadaki sonucudur. Bunun âhiretteki cezası da mahiyetini yalnız Allah’ın bileceği büyük azaptır.

Peygamberleri yalanlayan, İlâhî yasalara karşı gelenlere azap, ansızın gelir: “(İnanmayanlar) İlle (helâk edilecekleri) sâ‘atin ansızın kendilerine gelmesini mi bekliyorlar? İşte onun belirtileri geldi. O uyarıldıkları sâ‘at kendilerine geldikten sonra artık öğüt almaları nereden mümkün olsun?” (Muhammed: 99/18)

Allah’ın emirlerini dinlemedikleri takdirde belâlara uğrayacakları şeklinde uyarıldıkları zaman inkârcılar, bu uyarılarla alay ederlerdi: “Doğru iseniz bu tehdid ne zaman?” derlerdi (Yâsîn: 41/48, Yûnus: 51/48, Enbiyâ: 73/38, Mülk: 77/25).

Söylenen azâbın gerçek olduğu ve ansızın başlarına geleceği şöyle ifade edilmiştir: “94– Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun halkını –yalvarıp yakarsınlar diye– mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. 95– Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik getirdik de (insanlar) çoğaldılar ve: ‘Atalarımıza da darlık ve sevinç dokunmuştu (onlar da üzüntülü ve sevinçli günler geçirmişlerdi).’ dediler (de olaylardan ibret alıp şükretmediler). Biz de onları, hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın yakaladık. 96- (O) Ülkelerin halkı inanıp (kötülüklerden) korunsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık; fakat yalanladılar, biz de onları kazandıklarıyla yakaladık. 97- Peki (o) ülkelerin halkı, geceleyin, kendileri uyurlarken azabımızın kendilerine gelmeyeceğinden emin midirler? 98- Ya da (o) ülkelerin halkı, kuşluk vakti eğlenirlerken azabımızın onlara gelmeyeceğinden emin midirler? 99- Allah’ın tuzağından (kurtulacaklarına) emin mi oldular? Ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah’ın tuzağından emin olmaz. 100- (Geçmiştekilerin başlarına gelenler,) Sahiplerinden sonra şu toprağa vâris olanları yola getirmedi mi (hâlâ anlamadılar mı) ki biz dilesek kendilerini de günahlarıyla cezalandırırız ve kalblerini mühürleriz, artık hiç işitmezler. (A‘raf: 94–100) (devamı yarın...)

 

 

   Copyright @ Süleyman Ateş