Saraybosna’dan tasavvuf üzerine bir soru

Saraybosna’dan tasavvuf üzerine bir soru

Allah Hocamdan ve yakınlarından razı olsun! Yine bir sorum var: `Bugünkü tarikatlar, mesela "Nakşibendiyye", doğru yolda mıdırlar? Rabıta yöntemi, şeyhin suretini hayal edip ondan feyz almak mümkün mü? Bu halde Allah’ın sıfatlarını şeyhe de vermiyor muyuz: `Her şeyi bilen` - `Her şeyi duyan` - `Kendi hür iradesiyle davranan`... burada Esma ves-Sıfat tevhîdini bozmuyoruz mu?

Diğer yandan `Ricalül-ğayb inancı var mıdır? Ğavs, Kutub, üçler, yediler, kırklar... Bunlar var mıdır, buna itikad edilir mi? Çünkü şu anda Makedonya’da Nakşibendi yayılması var. Menzilde Seyda hazretleri diye bir Ğavs varmış, (Peygamberimizin torunuymuş) herkes ondan tevbe almak için sıra bekliyor. Bu ne kadar doğru?

Hocam benim bayağı sorularım var, onun için beni hor görmeyin, bir de Türkçem zayıf kendimi en güzel şekilde ifade edemem. Allahü Teâlâ sizden ve yakınlarınızdan razı olsun, ellerinizden öper ve sizi Peygamberimizin varisi olarak görür niyaz ederim! Vesselam.

Cevap: Tasavvuf manevî fıkıh denilen ruhu arındırma yöntemlerini belirler. Peygamberimizin Hira Mağarasında yıllarca uzlete çekilip ibadet etmesi, ayrıca geceleri ayakları şişinceye dek aşk ile namaz kılması, Allah'ı tesbih etmesi, bir kısım sahabîlerin de kendilerini böylesine ibadete vermeleri tasavvufun ana kaynağıdır. Ama önce İslâm'da, sonra İslam'ın ruh halini, mana yönünü en güzel biçimde yansıtan tasavvufta ibadet, sadece Allah'a yapılır.

Allah'tan başka ne adla olursa olsun herhangi bir yaratığa yönelinmez. Şeyhin suretini karşısında düşünmek şeklindeki rabıta da İslâm'ın tevhid inancıyla bağdaşmaz. Tasavvufta şeyh sadece yol göstericidir ve davranışıyla örnektir. Nitekim Cenabı Hak Hz. Peygamberi de insanlara "en güzel örnek" göstermiştir. Örneğe uyulur ve onun yaşadığı gibi yaşamağa çalışılırsa amaca ulaşılır. Ama örnek, örneklik durumundan çıkarıp tanrı yapılırsa o zaman Allah korusun, insan farkında olmadan tevhid inancının dışına çıkar ve şirke sapar.

Bu bakımdan bize örnek, şimdiki şeyhler veya kimi şeyh taslakları değil, Cüneyd, Kuşeyrî, Şa'rânî, Abdülkadir-i Geylânî gibi ilk tasavvuf babalarıdır. Onların kitaplarında şeyhi karşısında düşünmek veya iki kaşı arasında hayal etmek gibi bir rabıtadan söz edilmez. Ancak örnek olan o ermişlerin talimatları üzere verilen tesbihler, zikirler ve virdler yapılır. Bu da aslında İslam'ın zühd ve takvasının geliştirilmiş şeklidir. Yazıda sözünü ettiğiniz zatın durumunu incelemedim. Peygamber'in gerçekten torunu olup olmadığını da bilmem. Torunu olmak da ancak Hak yolda gidenlere artı bir değer sağlar. Yoksa Nuh'un oğlu olmak, küfürde direnen insanı helâkten kurtaramamıştır. Prensip şudur: Allah insanı atasıyla değil, kendi eylemleriyle ve düşünce temizliğiyle değerlendirir.

Kur’ân’da geçen revâsî ve evtâd terimleri, ilk mutasavvıflar tarafından büdelâ, ümenâ gibi gayb adamları (ricâlü’l-ğayb) şeklinde açıklanır. “Bu ümmet içinde kırk kişi İbrahim Ahlâkı üzerindedir; yedi kişi Musa ahlâkı (meşrebi) üzerindedir; dört kişi İsa ahlakı (karakteri) üzerindedir; bir kişi de Muhammed karakteri üzerindedir. Dünya durdukça bu mertebeler sürer. Bunlar yüzü hürmetine yağmur yağdırılır” şeklinde bir hadis vardır ama bu hadis bazılarınca zayıf, bazılarınca da sahih görülmektedir. Böyle bir rivayet, itikada medar olamaz ama “Biz İsrail Oğulları arasına on iki nakîb (şerefli kişi, ermiş başkan) gönderdik” âyeti de rical-i ğayba delil gösterilir.

Bu husus tasavvufun ilk aşamalarından itibaren kabul görmüş ortak bir düşüncedir. Bunu, yok diye birden atmak doğru olamaz. Bu rivayet bağlayıcı bir inanca temel olmasa da buna inanmanın zararı yoktur. Hz. Musa’ya rehberlik eden Hızır’ın varlığını da Kur’ân söylüyor. Hz. Süleyman’ın veziri Asaf ibn Barhiya’nın, Belkis’in tahtını bir göz açıp yumma içerisinde getirmesi de Manevi erlerin varlığına ve kerametin hak olduğuna delildir.

Biz işin özünü söylüyoruz. Yoksa kendilerini tanrılık derecesine çıkaran, Müslümanları bölen, müridlerinin sırtında krallar gibi yaşayan; dini cüppe ve acayip şalvarlar gibi kıyafetlere indirgeyen insanlarla bir ilgimiz yoktur.Büyük mutasavvıf Ebu Abdirrahmân Sülemînin sık sık vurguladığı şu manzume, tasavvufun özünü gayet güzel açıklamaktadır:

ليس التصوف أن يلاقيك الفتي   وعليه من نسج النحوس مرقع

بِـطـرائـقَ سود وبيض لـُـفـِّـقَـتْ      فـكـأ نّــه فـيهـا غــراب أبـقـع

إذ الـتَّـصوّف ملبس مـتـعـارَف     يخشَي الفَتَي فيه الإله ويخْضَعُ

Tasavvuf, dervişin, üstünde menhus dokumadan bir yamalı hırka ile karşına çıkması değildir.

O siyah, beyaz çizgilerle dokunmuş kıyafet içinde adam sanki alaca kargadır.

Asıl tasavvuf, herkes gibi elbise giymek ve o elbise içinde kişinin Allah'tan korkar ve O'na saygı duyar olmasıdır(Sülemî, Beyânu Ahvâli's-sûfiyye, varak: 114 a).

Herkes kendi eyleminden sorumludur. Ve Allah, insana kendi şah damarından daha yakındır. Başkasının aracılığına hiç ama hiç ihtiyaç yoktur.

Allah Hak yol yolcularının yardımcısı olsun.

 

 

   Copyright @ Süleyman Ateş