RABITA VAR MI? PDF 
Salı, 10 Eylül 2019 00:00

RABITA VAR MI?

Cevap: İlk sûfîler mürşidin lüzûmuna kesin kani olmakla beraber, tasavvufun kuruluşundan, tâ Abdulkahir Söhreverdî'nin yaşadığı altıncı hicrî asra kadar, şeyhi göz önünde hayâl etmek gibi bir rabıta uygulamamışlardır. Tasavvuf ilimlerinin câmii Ebû Abdi'r-Rahmân es-Sülemî'nin ve onun hem arkadaşı, hem de talebesi olan Hâfız Ebû Nu'aym'in ve yine onun talebesinden Kuşeyrî'nin eserlerinde Şimdi uygulanmakta olan bir rabıta anlayışı görmedik. Onlar şeyhi sevmeyi, ona teslimiyeti ve onun emirlerine uymayı gerekli görüyorlar ama "şeyhin sûreti göz önünde hayal edilecektir" diye bir şey söylemiyorlar.

İslâm, kul ile Allah arasında her türlü vasıtayı kaldıran tevhîd dinidir. Bu yolda sûretler düşer, tek hakikat kalır ki o da bütün görünen vücutların, sûretlerin kaynağı olan Allah'tır.

Şeyh Allah ile kul arasında vasıta değil, Allah’a yol göstericidir, eğiticidir. O, mânâ yolunu yürümüş, bu yolu yürümede deneyim sahibi olmuş, şeytanın kuracağı tuzakları görmüş olan bir öğretmendir. O, Allah yolunda yürümek isteyen sâlike, yol esnasında karşılaşacağı engelleri nasıl aşabileceğini söyler, geçirdiği hal ve makamların derecesini bilir. O hal ve makamlarda ne yapması gerektiğini öğretir. Hasılı mânâ yolunda tecrübeli bir öğretmen ve eğitici olarak sâlikin elinden tutup ona yardım eder. Yoksa hâşâ kendisini Tanrı yerine koyup mürîde, Allah'ı düşünme yerine kendisini hayal etmesini emretmez.

Sülemî, sufilerin prensiplerini açıklarken mürşidin ahlakıyla ahlâk­lanmak gerektiğini söyler. Ona göre mürşid, sadece yol göstericidir. İbni Haldun da Şifau's-Sâil'inde zahir ilimlerde muallime ihtiyaç olduğu gibi batın ilimlerde de muallime ihtiyaç vardır kanaatini izhar etmektedir (Şifau's-Sail, s. 71 ve devamı).

Tasavvufta asıl gaye, herhangi bir yaratığı değil, sadece Tek Ya­ratan'ı düşünmek ve gönülde O'ndan başka bir şey bırakmamaktır. Zirâ ibâdette başka bir varlığı düşünmek, Kur'ân'a göre şirktir.

İnsan herhangi bir insanı çok sevebilir, hatta ona aşık da olabilir. Çok sevdiği insanı düşünmekten kendini alamaz. Ama bu, ona tapmak değildir. Şeyhi sevmek de tasavvufun ana ilkelerindendir. Çünkü Şeyh, Hz. Peygamber’in temsilcisi olarak görülür. Kur’ân’da mü’minlerin, Hz Peygamber’i canlarından çok sevmeleri öğütlenir. Peygamberimiz de bir mü’minin, kendisini, canından çok sevmedikçe tam anlamıyla iman etmiş olmayacağını belirtmiştir. Peygamber’i sevmek, onun hal ve sıfatlarının, seven kişiye yansımasına sebebolur. Bir ermiş insanın böyle sevilmesi de seven kişide o ermişin ahlak ve sıfatlarının tecellisine vesile olur. Böy­lece o kişi, sevdiği ermişin bir örneği haline geliverir. Bu bakımdan sevgi sınırında kalmak dinen sakıncalı değil, tersine, öğütlenen bir durumdur. Ama ne Peygamberin sahabileri, onu göz önünde düşünüp ondan yardım talebetmişler; ne de ilk İslâm mutasavvıfları, Allah’ın nurunun şeyhlerinden kendilerine geldiğini söylemişlerdir.

Allah ile kul arasına başka bir şey girmemelidir. Peygamber'i sevmek, O'nun sünnetine uymak, kişiyi Allah'a ibâdete, O'nu zikre götürür. O'na ibadet ve O'nu zikir esnasında artık O'ndan başka hiçbir şey düşünülmez. Gönülde sadece Hakk'ın adı, anısı ve sevgisi kalır. Böyle zikre devam eden kul, tez zamanda ilâhî tecellilere erip kemâl bulur. Allah bizi de o kemâl bulanlar arasına katsın, âmîn.

 

 

   Copyright @ Süleyman Ateş