Rabıta meselesine dikkat gerekir

Rabıta meselesine dikkat gerekir

1) Hocam ben hiçbir tarikata bağlı değilim, öncelikle bunu belirteyim. Sizin birkaç eserinizi aldım, bunlardan biri de İslam Tasavvufu. Ben bu eserinizi okuduktan sonra rabıtanın ne olduğunu öğrendim. Siz rabıta yapmanın uygun bir şekli vardır, usulüne göre yapılsa uygun olur. Bugünkü şekilde yapılsa şirk olur diyorsunuz. Bugünkü şeklinin nasıl olduğunu ben de merak ediyorum. Ne var ki A. Bayındır, rabıta ne şekilde olursa olsun şirktir ve Halid-i Bağdadinin 19 y.y Hindistan’da Hıristiyanlardan öğrenip Müslümanlara uygulattığı bir şirk çeşididir, diyor. Ve Kur’ân’a göre konuştuğunu söylüyor. Hocam siz de Kur’an’a göre konuşuyorsunuz. Bir de şöyle diyor: Abdulkadir Geylani’ye inanmak imanın kaçıncı şartıdır. Örneğin ben her zaman söylüyorum, ben Süleyman Ateş hocanın her söylediğine inanıyorum. O zaman ben de mi günah işlemiş olurum?

2) Tarikat, rabıta, hatme bunlar hepsi şirk ise siz neden İslam Tasavvufu eserini yazma gereğini duydunuz? Saygılar

Cevap: İslâm Tasavvufunda anlatmaya çalıştığım tasavvuf, İslâm'ın ta kendisidir. Peygamberimizin yaşayış tarzıdır. Abdulkadir-i Geylânî hak­kında çok abartılı söylemler var ama kendisi büyük bir zahid, müttaki, Allah aşkıyla dolu bir insandır. Ödünsüz bir Hanbelidir.

Halid-i Bağdâdîn'in rabıta şekli hakkında söylenen ise kısmen doğrudur. Halid'in yerleştirdiği rabıta şekli İslâm'ın tevhidine aykırıdır. İnsanın putlaştırılmasına yol açabilir. Ancak onun, bu rabıta biçimini Hıristiyanlardan aldığı şeklindeki söz, tamamen yanlıştır. Mevlana Halid-i Bağdadi (1770-1827), 1779 yılında Kuzey Irak’ta Süleymaniye kentine bağlı Karadağ kasabasında doğmuştu. Baba tarafından soyunun Hz. Osman’a dayandığı rivayet edilir. Annesi de bölgenin ünlü bir tasavvuf âilesindendi. Karadağ’da çeşitli hocalardan ders alıp medrese öğrenimini tamamladı.

1805’te hac için yola koyuldu. Medine’de ve Mekke’de yaşadığı olaylar kendisini tasavvufa yöneltti. Medine’de tanıştığı bir zat, kendisine, şerîata muhalif hareketler gördüğü kimi kişileri hemen acele ile kınamaya kalkmamasını öğütledi. Mekke’ye vardığında karşılaştığı olayı kendisi şöyle anlatıyor:

“Medine-i Münevvere’de, “salih”lerden biri ile karşılaşıp, özellikle irşadım konusunda faydalanmak istiyordum. Bir gün, Yemenli, “istikamet sahibi”, alim ve amil bir zatla karşılaştım. Hiç bir şey bilmeyen bir kişinin, büyük bir alimden nasihat istemesindeki tavrını takınarak, bana öğüt vermesini talep ettim. Bir çok nasihatte bulundu ve sonunda şöyle dedi: “Mekke-i Mükerreme’de, zahiri görünüşü şeriata ters düşse bile, gördüğün her şeye hemen karşı çıkmaya kalkışma”. Mekke-i Mükerreme’ye vardığımda, bir cuma günü, bir deve kurban eden kişinin eciri kadar sevaba nail olmak için, Mescid-i Haram’a erkenden geldim. Kabe’ye karşı oturup “Delail” okumaya başladım. Bu sırada, siyah sakallı, gösterişsiz, basit bir kıyafet giymiş bir adamın geldiğini ve sırtını Kabe’nin duvarına dayayıp, yüzünü bana çevirdiğini gördüm. İçimden, “Bu adam Kabe’ye karşı edep dışı davranıyor” diye düşündüm. Bu düşüncemin akabinde, o adam bana şunları söyledi: “Be adam! Sen bilmiyormusun, Allah katında mümine hürmet, Kabe’ye hürmetten daha üstündür. Tutup da, benim Kabe’ye sırtımı dönüp, yüzümü sana çevirmeme itiraz ediyorsun. Hem sen Medine’de yapılan nasihati ne çabuk unuttun”. Bu sözler üzerine, onun kesinlikle büyük bir “veli” olduğunu anladım ve hemen ellerine kapandım. Özür dileyerek beni irşad etmesini istedim. O da, “Senin irşadın bu diyarda değildir” deyip, eliyle Hindistan tarafını işaret etti. “Sana bu yönden işaret gelecektir ve irşadın orada olacaktır” diyerek sözünü tamamladı.”

Hacdan sonra medresedeki görevine dönen Halid, 4 yıl sonra 1809’da Hindistan’dan Süleymaniye’ye gelen Mirza Rahîmullah Azîmâbâdi adında bir dervişle tanıştı. Bu derviş kendisini Hindistan’a gidip Şeyh Abdullah Dehlevî’ye bağlanmasını tavsiye etti.

Bunun üzerine Hindistan’a doğru hareket eden Hâlid-i Bağdâdî, Hindistan'ın Cihanâbâd kentinde Şeyh Abdullah Dehlevî'nin tarikat eğitimine girdi. Şeyhin tekkesinde bir yıl kadar hizmet etti, verilen hizmeti gönülden yaptı ve hatta tekkenin tuvalet temizliğini gururlanmadan yerine getirdi. Şeyh Abdullah-i Dehlevî, bir yıl kadar hizmet eden Hâlid’in, tuvalet temizliği için su taşımaktan yara olan omuzlarından göğe doğru iki nur çıktığını görmüş ve kendisine beş tarikten irşâd icazeti vermiştir. (Nakşibendî, Kadirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî)

Süleymaniye'ye döndükten iki yıl sonra Hicri 1228 (1813) yılında Bağdat'a giden Halid, tefsir, hadis, tasavvuf, fıkıh gibi çeşitli dersler verdi. İki üç kez Bağdad’a gidip tekrar Süleymaniye’ye dönen Halid, sonunda Bağdat’a yerleşti; Bağdat’ta birçok kimse ona bağlandı. Şöhreti Osmanlı topraklarına yayıldı, Şam Müftüsü Hüseyin Murâdî Efendi ve ünlü fıkıh bilgini İbn Âbidîn mürîdleri arasına katıldılar. Şam müftüsünün daveti üzerine 1823’te aile bireyleri, mürid ve halifeleriyle birlikte hicret edip Şam’a yerleşti.

Kaldığı her yerde, kalabalık insan gruplarının izdihamı içerisinde, birçok âlim ve emir onu ziyarete gelirdi. Gelenleri, tefsir, hadis, tasavvuf, fıkıh ve çeşitli ilmi konularda yetiştirmeye çalışır, irşad ederdi. Kudüs, Halep ve Irak’ın tamamı, özellikle Bağdat, Basra, Kerkük, Erbil, İmadiye ve Cezire bölgeleri; Güneydoğu Anadolu, özellikle Mardin, Gaziantep, Urfa ve Diyarbakır bölgeleri; ayrıca, Hindistan, Afganistan, Maveraünnehir, Mısır, Amman ve Mağrip (Batı ülkeleri) halkından pek çok kimse onun müridi olmuştur.

Bağdadi, tanınan ve takdir edilen ilmi kişiliğinin yanı sıra, üstün ahlak ve “takva”sı ile de her zaman dikkati çeken bir özelliğe sahipti. Üstün bir zekâya, güçlü bir hafızaya ve derin bir anlayışa sahipti. Bununla birlikte, hocalarına karşı kendini küçük ve aciz gösterir; bildiği halde bilmeyen bir kimse gibi davranırdı. Bu, bir anlamda, yaptığı hayrı, iyiliği duyurmak istemeyen; ancak, yaptığı olumsuz bir hareketi de gizlemeye çalışmayan kimse anlamına gelen “Melami” davranışıydı. Herkes tarafından sevilen, pek sabırlı, kanaatkâr ve pek saygın bir kişiydi.

Bu manevi mertebeleri aşmış olan yüksek zatın şahsına saygımız büyüktür. Kendisi gerçekten Kur'ân ve Sünnete göre yaşamıştır ama yerleştirdiği rabıta şekli bir bakıma doğru olsa bile yanlışa yol açabilir niteliktedir. Onun amacı aşk ile dolmuş olan kâmil insanın ruhaniyyetinden yararlanmak, ondaki aşk halinin kendisine yansımasını, akmasını sağlamaktır fakat bunu düşünemeyen halk, Şeyhi iki kaşının arasında düşüne düşüne şeyhe tapmaya, onu tanrılaştımaya başlar. Bu da elbette Tevhid inancına ters düşer. Bu bakımdan ince ayara dikkat etmek gerekir.

 

 

   Copyright @ Süleyman Ateş